Bahtiyar Vahapzade ve ‘Yél ?ayadan Ne Aparar?’
Azerbeycan’ın önemli şairi Bahtiyar Vahapzade’nin 100.yıl etkinliklerine katılmak üzere TÜRKPA (Türk Devletleri Parlamenter Asamblesi) heyeti olarak Azerbeycan’daydık. Önce Bakü’de sonra da Vahapzade’nin doğduğu ve yaşadığı tarihi ve doğal güzelliklerin buluştuğu Şeki şehrinde düzenlenen etkinliklere katıldık. Her iki toplantıda da Vahapzade’nin Azerbeycan’ın bağımsızlığı, kültürü ile güçlü bağ kurması gerektiği, bu bağın kurulmasında dilin önemine yönelik bakışını ve bu minvalde şiirlerini, yorumlarını ve çabalarını arkadaşlarından, akademisyenlerden, siyasilerden dinleme fırsatı bulduk.
Vahapzade sadece şair değil, aynı zamanda bir düşünür ve siyaset adamıydı. Bu vesile ile Bahtiyar Vahapzade’nin Türkiye’de Varlık dergisinde 1972 yılında yayımlanan ‘Ölü Edebiyat’ yazısına karşı yazdığı ve 1973 yılında yayımlanan ‘Yél Ġayadan Ne Aparar?’ başlıklı reddiyesini tekrar hatırladık (Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi 31. Sayı, 203-210). Reddiyede Nesimi ve Fuzuli’nin ortak düşünce dünyamızda neye karşılık geldiğini, onları ölü edebiyatın temsilcileri olarak göstermenin yanlışlığını ve düşünce sürekliliğini sağlamada bu bağın kopartılmasının feci sonuçlarını açık bir şekilde vurgular: ‘…Bu, inkarédilmez heġiġetdir ki, Füzulinin dilinde Ereb ve Fars térkibleri çoḫdur. Lakin bu teġlidçilik déyil. Bes [peki], dilin tariḫiliyini nezere almaġ lazım déyil mi? Dünyada hansı ḫalġ iddia éde biler ki, menim dilim tamamile safdır? İkinci terefden, dünyanın en mühafizekar ḫalġlarından sayılan İngilislerin müasır dili Şékspir çağının dilidir mi? Bes, bu dil o vaḫtdan beri inkişaf étmemiş mi? Éyyuboğlu Füzuli’ni dil teġlidçiliyinde günahlandırırsa, özü cümlebaşı Avropa’ya isnad édir, veziyyetin Avropa’da tamamile başġa cür [türlü] olduğundan misallar çekir. Eger Füzuli başġa ḫalġların dilindén ayrı ayrı kelmeler götürübse ve bu günah sayılarsa, bes Éyyuboğlu’nun fikir, idéya ve meslek teġlidçiliyine néce [nasıl] baḫaġ? Teġlid, doğrdan da, pis şéydir. Meġalelerimden birinde dédiyim kimi, teġlid héç kési ḫoşbeḫt étmemişdir. Başdan fesi götürüb, evezinde Avropa panaması ġoymaġla yénileşmek, “Avropalılaşmaġ” olmaz. Esas mesele başın çölünü deyişmekde déyil, içini deyişmekdedir [Esas mesele kafayı değişmek değil, zihniyeti değişmektedir]. Avropa’nın yaḫşı vé müsbet cehetlerini zahiren déyil, daḫilen, me’nen derk étmek [manevi yönden anlamak] lazımdır. Eger béle olsaydı, addımbaşı Ġerb edebiyyatından misal çékén Éyyuboğlu Avropa’dan klassiklere hörmet dersini öyrener, klassikleri inkâra ġalḫmazdı…’(sh.204-205)
Aslında Vahapzade’nin reddiye yazdığı metnin argümanları ve temel yaklaşımını her alandan yakinen biliyoruz. Osmanlı’nın dağılmasıyla ve Batı medeniyetinin üstünlüğü sağlamasıyla başlayan süreçte Batı’nın asıl vurgusu bizim kültürel bağlarımızla sürekliliğimizi kesmemize yönelikti. Madem yenilmiştik, o halde bu yenilginin müsebbibi dilimiz, kültürümüz ve dinimizle ilişkili olmalıydı. İşte, oryantalizm retoriğiyle desteklenen Batı yayılmacılığı geçmişimize dair her şeyi bir şekilde yenilgiyle ve geri kalmışlıkla ilişkilendirdi. Dolayısıyla Batı’nın oryantalist bir yaklaşımla geçmişimize yönelik "arkaik" değerlendirmesi, kültürümüzün ve dilimizin doğasına dair bir tespitten çok, kendi bilgi rejimini üstün ve evrensel sayan ideolojik bir tavırdır. Bu dayatmacı yaklaşım, farklı düşünce tasavvurlarının kendi hakikat arayış biçimlerini değersizleştirmeye ve nihayetinde ortadan kaldırmaya kastetmiştir. Böylece Batı argümanlarına ve kültürüne dayalı yeni bir dil inşası teşvik edilmiştir. Geçmişle sürekli hesaplaş(tırıl)arak nesillerin geçmişle bağları zayıflatılmış ve kopartılmaya çalışılmıştır. Elbette bunu sadece Batılılar yapmadı, Batı dilini içselleştirmiş yerli(!) aydınlar ve bilim insanları üzerinden oryantalist retoriğin yerli versiyonlarının üretimi sürekli teşvik edildi ve ödüllendirildi. Nihayetinde Batı oryantalist retorik ana akım yapılarak, geçmişle bağ kurarak günümüzü yorumlayabilme refleksleri cılızlaştırıldı.
Oysa geçmişin deneyim ve birikiminden yoksun bu tip girişimlerin bu topraklarda karşılık bulması mümkün değildir. Vahapzade de aynı paradoksa işaret eder: ‘…Bes bugünkü Türk gencliyi babalarının kéçib geldiyi yolları bilmemelidirmi? Bes, bir ḫalġın ictimai fikir tariḫini bilmek lazım déyilmi? Bes, Éyyuboğlu bugünkü gencliye hansı fikirlerin, hansı idéyaların öyredilmesini istérdi? Yeġin ki [Şüphesiz ki], kelmebaşı isnad étdiyi Avropa’da ve Amérika’da mövcud olan idéyaları. Başġa torpaġdan, başġa iġlim şeraitinden getirilen ağaclar başġa bir torpaġda bar [meyve] vérmediyi kimi, import [ithal] fikir ve idéyaların da senin torpağında, senin iġlim şeraitinde istediyin kimi bar vérmeyeceyini bilmelisen. İdéya tekce kitab sehifeleri arasında gelmir. O da torpağın özünden cücermelidir [yeşermelidir], Éyyuboğlu yuḫarıdakı fikirleri ile ḫalġı öz kökünden, öz torpağından ayırır. Yéni cüceren budaġları, pöhreleri (gencliyin) ana budaġdan sındırıb [ayırıp] yad budaġlara calamaġ [yapıştırmak] isteyir. O unudur ki, en mütereġġi idéyaları béle köke - torpağa basdırmaġ, torpağın suyu, ġidası ile yétişdirmek lazımdır. Bar véren ağacın kenardan getirilme torpaġla dibçekde [saksıda] yétişdirilmesi mümkün olmadığı kimi, kenardan gelme idéyaların da ḫalġsiz, tariḫsiz beher [mahsul] vérmesi mümkün déyil’(sh.209).
Daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi, Zeynep Çelik, ‘Avrupalı Şarkı Bilmez’ kitabında geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet entelektüellerinin oryantalizme tepkisini anlatırken dönem entelektüellerinin inşa edilmeye çalışılan bu yeni dile nasıl karşı çıktıklarını ayrıntılı bir şekilde ele alır (Avrupa Şark’ı Bilmez, Eleştirel Bir Söylem (1872-1932), Koç Üniversitesi Yayınları, 2019). Dönemin entelektüelleri sadece hamasi bir şekilde oryantalist dile karşı çıkmazlar, oryantalizmin ürettiği sorulara ve zihin çelmelerine karşı tarihi birikimin ışığında zamanlarının diliyle nasıl cevaplar üretilebileceğinin de örneklerini üretirler. Örneğin 1943 yılında İstanbul Üniversitesi’nde Türk sanatı kürsüsünde çalışmaya başlayan Ernst Diez, oryantalist bir retorikle ‘Türklerin resim sanatında ulusal bir yeteneğe sahip olmadığı’ vurgusunu pekiştirirken Süheyl Ünver kapsamlı çalışmalarıyla reddiyenin ötesine geçerek bu alanda yeni bir dil inşa etmeye çalışır (Çelik, sh.18).
İşte Vahapzade’nin reddiyesi, tıpkı Süheyl Ünver’de olduğu gibi sadece bir karşı çıkış değil, kendi dil ve kültürümüzle yeniden dinamik bir bağ kurmanın imkânı ve zorunluluğuna işaret eder. Çünkü Vahapzade yapılmak istenenin nasıl tehlikeli bir duruma yol açacağının farkındadır: ‘…Neticede, oğul atadan, yéni nesil köhne nesilden, budaġ kökden ayrıldı. Genclik dede-babadan miras ġalmış böyük bir ḫezineden ayrı düşdü. Bütün bunların néticesinde kökünden ayrılmış cavan Türk şair ve yazıçıları Avropa’da sosial böhran mehsulu olan dékadansa uyub; senet [sanat], zehmet, ustalıġ ve istédad [yetenek] teleb étmeyen “abstrakt” [soyut], “modérn”, “sürréalist” cereyanlara ġoşularaġ, milli zeminden doğmayan, ḫalġın derdlérine eks étdire bilmeyen süni “senet eserleri” yaratmağa başladılar. Lakin bu “eserlerin” géniş ḫalġ kütleleri terefinden ġebul édilmediyini gören bu “senetkarlar” öz cızmaġaralarına [karalamalarına] beraet ġazandırmaġüçün “Bütleri yıḫaġ” şüarı altında klassiklerin elde étdiyi edebi ġelebelere daş atmağa, onları lekelemeye ve inkâr étmeye başladılar…’(sh.206).
Bu tip dayatmaların kısa süreli etkisi olsa da uzun vadede budaklar kökleri ile bağ kurmanın yolunu bir şekilde bulacaktır ve buluyor da. İşte Vahapzade, kendi ifadesiyle ‘oğlu atadan, yeni nesli köhne nesilden, budağı kökünden’ ayırmaya teşebbüs eden oryantalist retorikle Azerbeycan cephesinde ömrü boyunca mücadele etmiş yiğit bir insandı. Tüm teşebbüsü, oğlu atasıyla, yeni nesli köhne nesille, budağı da köküyle birleştirmeye matuftu. İşte Azerbeycan’da Bahtiyar Vahapzade’nin bizde örneğin Necip Fazıl’ın, Kemal Tahir’in, Erol Güngör’ün, Alev Alatlı’nın çabaları aynı yerde kesişir. Bu vesileyle tekrar Bahtiyar Vahapzade’yi rahmet ve minnetle anıyor, böylesine önemli etkinliği düzenleyen ve ev sahipliği yapan TÜRKPA Genel Sekreteri Mehmet Süreyya Er’e teşekkür ediyorum.
Sende Yorum yap