İnsanın cennetle imtihanı: ‘Galapagos Olayı Üzerine’
1930’ların başında birkaç Avrupalı, medeniyetin yalanlarından, savaşlarından, ekonomik buhranından, gösterişinden uzak bir hayat düşledi.
Kendi cennetlerini kurmak için Atlas Okyanusu’nun ortasında, Ekvador’a bağlı Galapagos Adaları’ndan biri olan Floreana Adası’na yerleşti.
Fakat bu cennet gibi ada bile; bir avuç insanın kötülüğüne, karanlığına, hırslarına, zulmüne yenildi…
Kötülük var olan bir dürtü, iyilik öğretilen bir duygu mu bilmiyorum ama o dengeyi sağlayan yasa, eğitim, din, ahlak Floreana Adası’nda yoktu.
Tam da bu nedenle biri bütün kibriyle kendini adanın sahibi sandı, biri ötekini kıskandı, biri güç aradı, biri de her türlü kötülüğe sessiz kalmayı seçti.
Sonunda içlerindeki karanlık büyüdükçe birbirlerini yok ettiler.

***
Adaya ilk olarak Alman Doktor Friedrich Ritter ve Dore Strauch yerleşti. Dr. Ritter, Nietzsche’den etkilenen, insanın kendi tanrısını yaratabileceğine inanan bir entelektüel. Dore de onun fikirlerine hayran, onun peşinden sürüklenen bir kadın. Birlikte, dünyadan kopuk bir yaşam kurdular. Fakat kısa süre sonra bu “cennet” ada başkaları için de kaçış yolu oldu.
Onların ardından Wittmer ailesi geldi.
Almanya’daki ekonomik krizden kaçmaya çalışan Kölnlü Heinz ve hamile eşi Margret Wittmer, 12 yaşındaki hasta oğulları Harry’nin sağlık durumunun adada iyileşeceğini umuyordu.
Adaya gelen son kişi kendisinin “Barones” olduğunu iddia eden Eloise Wehrborn de Wagner-Bosquet adında bir kadın.
O da bir otel kurma hayaliyle köle gibi kullandığı Rudolf Lorenz ve Robert Philippson eşliğinde adaya yerleşti.

***
Bu koskoca adayı biri çocuk sekiz insan paylaşamadı. Birbirlerine kötülük yapmakta sınır tanımadılar. Birbirlerinin evlerine göz diktiler, birbirlerinin yiyeceklerini çaldılar, doğum yapmak üzere olan Margret Wittmer’in yardım çığlıklarına bile kulak asmadılar.
Dr. Ritter’in adanın sahibi gibi davranması, Barones’in hükmetme arzusu ve Wittmer’lerin sessiz muhafazakârlığı birbirine karıştı. Ada bütün sessizliğini kaybetti. Kendi aralarında bir güç savaşı başladı ve cinayetlerle son buldu.
Doktor Ritter, Wittmer ailesini ortadan kaybolan Barones ve sevgilisini öldürmekle suçladı ancak cesetlerine ulaşılamadı.
Philippson’un sürekli dövdüğü Rudolf Lorenz, adadan gitmeyi başarsa da cesedi bir başka adada bulundu.
Dr. Ritter de gizemli bir şekilde zehirlenerek hayatını kaybetti.

Olaylar zinciri hiçbir zaman tam aydınlanmadı. Kurtulanlar, birbirini suçladı; tanıklıklar anılar, mektuplar birbiriyle çelişti.
Adada sadece Wittmer ailesi kaldı. Onlar da hikâyeyi dünyaya kendi ağızlarından anlattı.
Bu gerçek olay, yıllar sonra bir filme ve belgesellere konu oldu. Ama bence bu gerçeğin en sarsıcı kısmı, kimin kimi öldürdüğünden çok daha derinde: Galapagos bize bunu öğretiyor:
İyilik, öğrenilen bir davranıştır; kötülük ise doğuştan gelen bir hatırlayış.
Ve belki de en korkutucu soru şu:
Biz, o adada olsaydık hangisi olurduk?
Dr. Ritter mi olurduk, Baroness mi, yoksa sessiz Wittmer ailesi mi?
O küçük ada, bugün dünyanın kendisi oldu.
Aradan neredeyse bir asır geçmişken, aynı karanlık insan dünyanın her yerinde…
Galapagos’taki adacıkla dünyanın herhangi bir yerinde sadece coğrafi bir mesafe var.
Ahlaki olarak aralarında hiç fark yok.
Çünkü kötülük, bireysel bir eylem değil artık…örgütlü bir rahatlık hali:
Bir hakimin kararında, bir doktorun ilgisizliğinde, bir öğretmenin şiddetinde, bir işverenin yarattığı mağduriyette…Her yerde. Doğrudan elini kirletmese de insan, kötülüğü her defasında yeniden üretiyor: sessiz kalıyor, göz yumuyor, yok sayıyor…
Sende Yorum yap