Son yolculuk
Sararan yaprakların vedasıyla içimize çöken sessizlik!
Bir ay değil, bir duygu, ‘Kasım’!
Kasım ayı biraz şiir biraz hüzün biraz da kendine dönüştür. Kızıl düşler, perçem perçem dökülür bu ayın soğuk yüzüne, ne kadar keyifli olmaya çalışsan da nafile! On’u yitirdiğimiz, Atamızı kaybettiğimiz aydır kasım, her şeyden önce!
Her insanın bir ülkesi var da her ülkenin bir Mustafa Kemal’i yok!
57 yıllık ömrünü, çöken koca bir imparatorluğun yerine millî bir devletin kurulmasını sağlayan savaşlar ile kurulan yeni devleti, muasır medeniyetler seviyesine çıkarma arzusu uğruna verdiği mücadeleye adayan ulu önder Atatürk, 10 kasımda hayatını kaybetti.
Atatürk’ün aziz naaşı, Ankara’da Anıtkabir’de! Ama öncesinde yani ölümünden hemen sonra, anıt mezar yapılana kadar geçici olarak Etnografya Müzesinde, tam 15 sene!
Malum İslam dini, ölünün defnini, bedenin toprakla bütünleşmesini öngörüyor. Oysa toprağa verileceği mezar hazır değil, o zaman ne yapılacak?
Cevap Tahnit!
Anıtkabir inşa edilene kadar Atatürk’ün naaşının korunabilmesi için “tahnit” denilen bir işlem uygulanmış. Gülhane Patolojik Anatomi Profesörü Dr. Lütfi Aksu tarafından gerçekleştirilen bu işlem sırasında naaşa, şırıngayla kimyasallardan oluşan özel bir formül enjekte edilmiş, özel bir örtüyle örtüldükten sonra kefene sarılmış. O kimyasal formüllerin yapıştırıldığı iki küçük ilaç şişesi de Ata’mızın koltuk altlarına yerleştirilmiş.
Ve Anıtkabir’in inşası bitip de naaşın defin zamanı gelince, geçici tahnitinde bozulma zamanı gelmiş! Tahnit işlemini yapan Aksu, iki yıl önce vefat ettiği için bu işlemi hakkıyla yapacak bir kişi varmış akıllarda!
8 Kasım 1953 Pazar gecesi saatler 23:30’u gösterirken Ankara Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Kürsüsü başkanı, patolog Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu’nun ev telefonu çalar. Arayan Ankara Valisi Kemal Aygün’dür. Aygün;
-“Hocam” der, “10 Kasım günü Ata’mızın naaşını Anıtkabir’e taşıyacağız. Bunun için bir komite kurduk. Naaşı geleneklere uygun olarak toprağa defnedeceğiz. Ancak bozulmadan korunduğunu belgelemek için muayene etmenizi rica ediyoruz.”
O sırada 40 derece ateşle yatan Prof. Mutlu, hastalığını sebebiyle bu ricayı kabul edemeyeceğini, bu görevi bir başka meslektaşının yapmasını ister. Ancak Vali Aygün ısrarcıdır;
-“Ben sizi sarar, sarmalar götürürüm. Bu tarihi bir görev!”
Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu, ertesi sabah Etnografya Müzesi’ne gider. Başbakan Adnan Menderes, Meclis Başkanı Refik Koraltan ve eski Başkan Abdülhalik Renda da oradadırlar. Hazirun, tarihi bir tanıklık için heyecanla beklemektedir.
Prof. Dr. Kâmile Mutlu’nun “başlayın” talimatıyla mermer lahit sökülür, betonlar kırılır, tabutu kaldıracak olan makaralar yerlerine yerleştirilir. Oradakiler, tabutun çevresine toplanır, soluklar tutulur. Başbakan Menderes, “Hanımefendi, buyurunuz” diyerek Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan’ ı tabutun yanına götürür.
Tabutun vidaları sökülür. Tahta tabutun içinde, madeni bir sanduka bulunmaktaydı. Bu sandukada gaz birikmiş olma olasılığı düşünülerek önce bir burgu ile delik açılır ama herhangi bir gaz ya da koku çıkmaz. Sanduka, koruma solüsyonuyla ıslatılmış tahta talaşla doludur. Atatürk'ün naaşı, beyaz kefene sarılmış, sonra kahverengi bir muşambayla kaplanmıştır. Sargıları açılmaya başlanır. Nefesler tutulmuş, tek bir çıt bile çıkmamaktadır.
O sıralarda halk arasında, “naaş çürüyüp bozulmuş”, “çıkan gazlar, tabutu patlatmış, nöbetçi er kokudan bayılmış” gibi söylentiler dolaşmaktaydı. Kefenin sargıları açılır, Prof. Dr. Kâmile Şevki Mutlu, katafalka çıkarak Atatürk’ün yüzüne bakar. Yüzünü örten ıslak pamuk kitlesi kaldırılınca, Atatürk'ün heykel gibi duran yüzü karşısındadır. Uzun sarı saçlarından ince bir tutam, sol göz kapağının üzerine düşmüştür. Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’ndaki yatağında sanki uyuyor gibidir.
Salondaki herkes Atatürk’ü tek tek gördükten sonra naaş, tekrar solüsyonla ıslatılır. Ata’nın başı pamuklarla örtülür ve vücudu beyaz kefenle sarılır.
Ve 10 Kasım 1953 sabahı, Atatürk'ün naaşı 12 askerin omuzları üzerinde, 15 yıl önce onu Dolmabahçe’den Ankara’ya getiren top arabasına yerleştirilip, 136 asteğmenin çektiği bu arabayla, matem marşı eşliğinde, son durağı olacak Anıtkabir’e taşınır.
Kasımda aşk başkadır çünkü bize ölümsüz bir aşkı anlatır!
Ankara semalarında yükselir bu aşk, her sonbaharda burnumuzu sızlatır.
Bu bir yas değil Atam, ölmedin ki yas tutalım!
Bizimkisi koca bir özlem, yokluğuna hasret
Kurduğun cumhuriyet, bize emanet!
………………………………*……………………………….
DELİLİK
Milletin artık yaşama gücünün tükendiği zannedilen bir dönemde, canını ortaya koyan, Türk milletinin bağımsız yaşama arzusuna ve vatan toprağı sevgisine güvenerek Millî Mücadele’yi hiçbir şeyden yılmayan iradesiyle başlatan Atatürk, gerçekten akıllara sığmayan, eşi benzeri görülmemiş bir başarıya imza attı. O zamanın imkânsız şartlarında mucizeleri gerçekleştiren, küllerinden doğan bir devlet inşa eden ulu önder, sadece ülke sınırlarını değil aklın da sınırlarını aştı.
Bir gün Akıl ve Ruh Hastalıkları Uzmanı Ünlü Doktor Mazhar Osman, Atatürk'le sohbet ederken bir ara Atatürk, Mazhar Osman’a sorar;
— ‘Osman Bey, bu delilik nasıl bir şey?’
— Gazi Paşam! Az da olsa herkeste bir parça vardır’ der. Atatürk;
— ‘Ne demek istiyorsun, bende de mi var yani?’ diye sorunca hoşsohbet ve sözünü esirgemeyen biri olan Mazhar Osman cevap verir;
— ‘Ohooo... Sizde herkesten bin beteri var! İçeride ve dışarıda 4 iklim, 7 cihana kafa tutmak, akıllı adamın yapacağı iş mi?
Delilik, enteresan bir durum! Yani zihnin düzgün çalışmamasından kaynaklanan bir hastalık durumu olarak açıklamak, biraz düz ne bileyim biraz yavan kalıyor sanki!
İnsanda akıl bırakmayan günümüz dünyasında delilik, bir ilaç bir tercih aslında!
Stresten, kaostan, acıdan kaçmak için deliliğe sığınan, deliliğe vuran kaç kişi kaldık acaba?
Delilik ile dahilik arasındaki o kılıçtan keskin- Sırat ’tan ince çizgi, delilik ile cahillik arasında da var. Aklın insanı terk etmesine, ‘delilik’ deniyor, insanın aklı kaybetmesine de ‘cahillik’!
Kabul edilmeyen, horlanan, dışlanandır deli o yüzden garibim hep saklar kendini! Oysa deli, delilikte direnebilseydi, çoktan bilgeydi! Ciddi söylüyorum, çünkü bazen delilik, gerçekliğe verilebilecek en güzel tepki!
Değil memlekette, yakın çevrede bile akıl sağlığını yitirdiğini düşündüğüm bu kadar kişi varken, ülkede sadece iki tane akıl hastanesi olması da saçma bence! Bu kadar deliye, iki hastane! Deli misiniz be!
Yalnız en fenası da onca delinin arasında akıllı olmaktır ve bu aslında deliliği nirvanasıdır. Toplum kurallarının dışına çıkmak, koyun psikolojisinden sıyrılıp standartların dışında davranmak, anormal olarak adlandırılır. İyi peki de neye göre, kime göre?
Ezcümle bazen tutmak değil bırakmaktır delilik! Toplamak değil dağıtmak, kalmak değil gitmektir. Hep uyumlu, sakin olmak değil, ara sıra deli olmak gerekiyor.
Çünkü bu hayat başka türlü çekilmiyor!
……………………..*………………………..
DÜŞEN ANAHTAR
Delilik ile dahilik kelimelerinin sadece yazılışları değil kaderleri de birbirine benzer!
Çünkü ikisi arasındaki çizgi, çok ince, belli- belirsiz!
Her dahi, biraz da deli? Hatta sanatçılar da biraz öyle gibi! Yoksa o eserler, o buluşlar başka türlü nasıl çıkar değil mi?
Misal Einstein? Dünyanın gelmiş geçmiş en zeki adamı, bir dahi! Ama bakın saçına, başına- deli gibi! Adamın teorileri, dünya dinamiğini değiştirdi, yüzyıldır daha net bir teori üretilemedi.
Dünyanın en ünlü deli-dahisi Albert Einstein'ın garip bir ritüeli varmış. Genelde elinde bir anahtarla uyurmuş. En sevdiği koltuğuna elinde bir anahtarla oturur, sallarken uyuyakalırmış. O puslu, aradaki yarı uyanık- yarı uyku durumunda tutuşu gevşer, anahtar tabağa çarpıp onu uyandırırmış. Uyanıklık ve uyku arasındaki o büyülü an yani hipnagogik durum, yeni fikirler için bir altın madeniymiş. Tam da o anda zihin, beklenmedik bağlantılar, canlı görüntüler ve ilham parıltıları oluşturmaya başlarmış. Ama tamamen uykuya dalınca, neredeyse hep unutulurmuş. İşte uykuya geçişi kesmek, yaratıcılık kıvılcımlarını canlandırırmış. O birkaç saniyede beyin, parlak fikirler, canlı imgeler, beklenmedik bağlantılar üretirmiş. Üstelik bu yöntemi uygulayan sadece Einstein değilmiş, Salvador Dalí, Thomas Edison da bu yöntemi kullanırmış.
Dahi olmak, böyle bir şey demek ki! Adamlara bak ya, yaratıcılıklarını arttırmak için, uykuya geçiş anını yakalamaya çalışıyorlar ve o geçişin yani en tatlı anın keyfinden, bile isteye vazgeçiyorlar. Bizim ise anahtarla ilgili iki beklentimiz var. Biri, ilk defa yatıya gittiğimiz yerde, yastığımızın altına anahtar koyup rüyamızda evleneceğimiz kişiyi göreceğimize inanmak, diğeri de mutluluğun anahtarı diye bir şey olduğunu sanmak ve hayatını bunu bulmaya adamak!
Diyeceğim o ki, bir anahtara sarılarak uyuyan birilerini görürseniz aklını kaybettiğini düşünmek için acele etmeyin;
Büyük keşiflerine, sadece dakikalar uzaklıkta olabilirler!
……………………………………*………………………………..
HAFTANIN EN’LERİ
Haftanın Operasyonu:Son dönemde dünyadaki birçok ülkenin ciddi mücadele içinde olduğu yasadışı bahis operasyonu, bu kez de yeşil sahada gerçekleşti! Altından, kozmetik sektörüne, bilgisayar oyunlarından teknolojik faaliyetlere uzanan yasadışı bahislere bu kez futbol da dahil oldu. Türkiye futbol liglerinde görev alan 571 hakemden 371'inin bahis hesabının olduğu, 152'sinin bahis oynadığı yönündeki açıklamalarla ortaya çıkan skandal, futbolcuların da bahis oynadıklarının ortaya çıkmasıyla iyice büyüdü. Başlatılan soruşturmaların sayısı, gittikçe artıyor. Kaos yaşanmayan nadir alanlardan biriydi spor, milletçe ender keyiflerimizden biriydi futbol! Bir o kalmıştı leke bulaşmayan, ona da bulaştırdılar yıkadıkça geçmeyen lekelerini, pis ellerini!
Yazıklar olsun!
Haftanın Rekoru:Hayatta olmayan birinden geldi! Evet yanlış okumadınız, rekoru kıran kişi, şu an hayatta değil! Yakında vizyona girecek olan ve ünlü sanatçı Michael Jackson biyografisi niteliğindeki 'Michael', isimli film, henüz sinemalarda gösterime girmeden dahi tarihi bir rekor kırdı. Antoine Fuqua'nın yönettiği filmin fragmanı, ilk 24 saatinde 116,2 milyondan fazla izlenerek tüm zamanların en çok izlenen müzik biyografisi fragmanı ve yapım şirketinin tarihindeki en büyük fragman lansmanı oldu! Helal olsun valla, ölümünden sonra bile para kazanabilmek, büyük bir başarı! Demek neymiş; Efsaneler ölmezmiş!
Haftanın Yasağı:Alkışlattı! Çağımızın, doğru kullanılmadığı takdirde en büyük tehlikelerinden biri olan sosyal medyaya karşı, Danimarka’da önemli bir uygulama başlatıldı! Danimarka,15 yaş altındaki çocuklar için sosyal medya kullanımını yasaklayacağını açıkladı! Açıklamada, bu uygulamayla çocuk ve gençlerin dijital dünyanın olumsuzlukların korunmasının amaçlandığı ifade edildi. Bir anne olarak sonuna kadar destekliyorum, bir avukat olarak çok doğru buluyorum, bir vatandaş olarak da aynı kararın en kısa zamanda ülkemize gelmesini diliyorum!
Haftanın Kazası:Yüreğimizi acıttı! Azerbaycan'dan Türkiye'ye gelmek üzere olan TSK'ya ait C130 kargo uçağı düştü! Düşen kargo uçağında 20 personel vardı. Millî Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, Gürcistan- Azerbaycan sınırında düşen uçağın, arama-kurtarma çalışmalarının sürdüğü belirtildi! Allah şehitlerimize gani gani rahmet eylesin, mekanları cennet olsun!
Haftanın Dönüşü:Pek asil oldu! İngiliz kraliyet ailesinin sabık prensesi, Sussex Düşesi Meghan Markle, yıllar sonra yeniden oyunculuğa döndü! Amazon MGM Studios’un “Close Personal Friends” adlı yeni filminde kendisini canlandıran Markle, film setinde objektiflere yansıdı! Oyunculuğa uzun süre veren Markle, eşi Prens Harry’nin de desteğiyle sevdiği işe, ait olduğu yere geri dönmüş! Herkes kendi çöplüğünde kral- pardon prenses! Olacağı da buydu zaten, bile bile lades!
Sende Yorum yap