Gece kuşları ne yapmalı?
Gecenin bir yarısı yine uyandınız ve tekrar uyumakta zorlanıyorsunuz. Telaşlanmayın. Sizin gibi milyonlarca insan içinden aynı soruyu geçiriyor: “Bende bir terslik mi var?” Cevabım net: Hayır, yok.
Terslik sizde değil, “sekiz saat kesintisiz uyku”yu tek ve değişmez doğru sanan modern yaşam tarzımızda.
İki vardiyalı uyku
Aslında, bu ‘gece yarısı uyanışı’, bedenimizin unutamadığı kadim bir ritmi. Birçok toplumda insanlar binlerce yıl boyunca geceyi iki parçaya bölerek uyudu. Hava kararınca yatağa girilir bir süre uyulurdu. Gece yarısı civarında bir ara verilirdi. İnsanlar o arada ateş karıştırır, dua eder, fısıltıyla konuşurlardı. Ardından huzur içinde ikinci uykuya dalarlar ve gün ışığıyla uyanırdı.
Her ne kadar bu alışkanlık evrensel bir durum olmasa da siz de gece yarısı gözlerinizi açanlardan iseniz, muhtemelen bedeniniz atalarınızdan kalan eski bir alışkanlığı size hatırlatıyordur.
Uyku değil, düzen bozuk
Peki bu iki fazlı uyku ritmini nasıl oldu da kaybettik?
Sanayi devrimiyle beraber fabrika vardiyaları ve standart ofis saatleri çalışma saatlerini gün ışığından bağımsız hale getirdi. Evlerin içine de yağ lambaları, şehir gazı, sonra elektrik girince, gecelerimiz üretim ve eğlence için kullanılabilir bir zamana dönüştü. Yatış saatleri ötelenirken, çalışma süreleri uzadı. Uyku gün ışığından bağımsız bir şekilde sıkı bir disiplin altına alındı.
Sekiz saatlik kesintisiz uyku, bir zorunluluk ve kültürel bir norm haline geldi. Norm buydu. Norm dışı kalan her şey gibi, gece uyanmak da bir “uyku bozukluğu” olarak etiketlendi.
Oysa gerçekte olan, içsel biyolojik saatimizle, dışarıdan dayatılan toplumsal saat arasındaki derin bir uyumsuzluk. Bu uyumsuzluğu da en çok son yıllarda yatağımıza aldığımız cep telefonları ve tabletlerle iyice büyütüyoruz.
Bu uyumsuzluğun yarattığı endişe, her yıl milyarlarca dolarlık bir uyku endüstrisini besliyor. İnsanlar, uyuyabilmek için uyku takip uygulamalarına, pahalı yataklara, melatoninin haplarına ve reçeteli uyku ilaçlarına büyük paralar harcıyor.
Halbuki karanlığa bırakıldığımızda doğamız eski yolunu buluyor. Uzun kış gecelerini taklit eden deneylerde, saatler kapatılıp ışıklar azaltıldığında katılımcılar kendiliğinden iki parçalı uyku düzenine dönüyor. Elektriğin sınırlı olduğu kırsal topluluklarda da benzer durumlar görülüyor.
Biyolojik saat ile toplumsal saat arasındaki çatışma rakamlara da yansıyor. Gallup’un araştırması yetişkinlerin yüzde 57’sinin daha fazla uykuya ihtiyacım var dediğini gösteriyor.
Sadece dört kişiden biri sekiz saat uyuyabiliyor. Bir başka dikkat çekici veri ise yıllar içinde uyku sorunu yaşayanların sayısının artması.
Sorun bizde değil
Ama şunu unutmayalım sorunun adresi tek tek bireyler değil, kendi kurduğumuz toplumsal düzen. Geceyi gündüze çeviren aydınlatma, vardiyalı çalışma, erken okul zilleri ve 24 saat kesintisiz bildirim kültürü… Bunlar değişmeden bireylerden mucize beklemek haksızlık.
Gece yarısı uyandığımızda ne yapacağız?
Asıl mesele uyanmak değil, bu uyanışa nasıl cevap verdiğimiz. Bu uyanıklık anını bir kriz değil, doğal bir mola olarak karşıladığımızda her şey değişir.
Yatağa sıkışıp saate kilitlenmek, “kaç dakika oldu?” diye hesaplamak, zamanı lastik gibi gerer. O lastik gerildikçe kaygı artar, uyku iyice kaçar. O anda yapılacak en insani şey, atalarımızın yaptığını hatırlamak: Yataktan çık. Loş, sıcak bir ışıkta sakin bir şeyle meşgul ol. Birkaç sayfa kitap oku, nefesinizi dinle, günlüğünüze kısa bir not düş.
Telefonunuzun ekranını değil, zihninizin kapılarını aç. Uykunuz geri geldiğinde yatağa dön...
İkinci uykunun huzur dolu kolları sizi kucaklayacaktır. Tek yapmanız gereken bu kadim daveti kabul etmek.
Sende Yorum yap