s

İran sinemasının kırılgan hafızası

Sinema yönetmeni Nuri Bilge Ceylan’ın İran’daki Fecr Film Festivali’ne “özel konuk” olarak katılması, festivali İran rejiminin kendini meşrulaştırma çabasının bir parçası olarak gören sürgündeki İranlı yönetmenleri üzdü.

Ceylan ise siyasi nedenlerle katılımı reddetmenin sanatı siyasete kurban etmek anlamına geleceğini söyleyerek kararının arkasında durdu.

Sürgündeki İranlı sanatçıların sert tepkisiyle, Ceylan’ın sanatın insanlara ulaşma hakkı vurgusu arasında şekillenen bu tartışma, aslında sinemanın politik yükünü yeniden gündeme taşıdı.

Ceylan’ın katılma kararı başka bir gerçekliğe yaslanıyor: İran’da hâlâ film çekmeye çalışan genç sinemacılar, ustalarla bir araya gelmeyi, dünyayla bağ kurmayı, nefes alacak alanlar yaratmayı bir umut olarak görüyor.

Bu nedenle onun duruşunda bir ahlaki sapmadan ziyade, sanatın koruyucu bir alan olduğuna duyulan inanç ağır basıyor. Bir festivali boykot etmeyi “cezalandırma biçimi” olarak okuyor ve bunun bedelinin rejimden çok halka çıkacağını düşünüyor.

Bu da hem anlaşılır hem tartışmaya açık bir pozisyon.

★★★

Asıl tartışma tam da burada beliriyor:

Ceylan’ın yaklaşımı “sanatı siyasetin üstüne yerleştirme” isteğine, sürgündeki İranlı sanatçılarınki ise “sanatı rejimin örtüsü hâline getirme” kaygısına dayanıyor.

Bir grup, İran rejiminin propaganda aracı hâline gelen festivali boykot etmek gerektiğine inanıyor.

Diğer grup ise içerideki sinemacılar için festivalin hâlâ nefes alınacak az sayıdaki platformdan biri olduğunu düşünüyor.

Her iki taraf da sanata değer veriyor ama sanatın rolünü farklı yerden okuyor.

Olay aynı zamanda Türkiye–İran ilişkilerinin kültür üzerinden yeniden şekillendiği bir döneme denk geliyor.

Bana göre kültür ve sanat bu kadar keskin ifadelerle ayrılmamalı. Çünkü her iki pozisyon da savunulabilir; ama her iki pozisyonun da riskleri büyük.

★★★

Nuri Bilge Ceylan’ın daveti kabul etmesi ne ahlaki bir ihanet ne de tamamen steril bir sanatsal tercih.

Aynı şekilde sürgün sinemacıların tepkisi de ne duygusal bir aşırılık ne de tamamen tarafsız bir çağrı.

İran diaspora sinemacıları yaşadıkları travmanın normalleşmesini istemiyor; İran’da yaşayan sinemacılar ise hayattan kopmamak için yeni bir nefese ihtiyaç duyuyorsa, sanatçı bu iki gerçekliğin arasında nasıl konumlanacak?

Çünkü biliyoruz ki, sanat; bazen köprü olur, bazen set…

Bazen bir rejimin propagandasına istemeden eşlik eder; bazen o rejimin susturmak istediği insanlara nefes verir.

Çoğu zaman ikisini aynı anda yapar. Bu yüzden tartışması hiç bitmez.

Bir daveti reddetmek ya da kabul etmek, sadece sanatsal bir tercih olmaktan çıkar; uluslararası siyasetle, rejimlerin gölgesiyle ve travmatik bir tarihin kırılgan hafızasıyla iç içe geçer.

★★★

Dolayısıyla iki yaklaşım birbirine tamamen zıt görünse de soru tek:

Bir sanatçı bu vitrinde göründüğünde, gerçekten politik bir tavır mı almış olur, yoksa asıl tavır ona mı yüklenmiş olur?

Bunu anlamak için İran sinemasının dünyayla kurduğu ilişkiye de bakmak gerekir.

İran sineması uzun zamandır dünyanın politik olarak yüzünü çevirdiği ülkelerindeki acıları kıt kaynaklarla görünür kıldı, uluslararası festivallerin adeta vicdanı oldu.

Bu yüzden Ceylan’ın, “İran’da genç sinemacılardaki kıvılcımı gördüm” sözleri dünya sinema çevreleri açısından da anlamlı. Çünkü o kıvılcım, yıllardır uluslararası sinema alanını besleyen o özgün damarın ta kendisi.

İran sinemasının dünya ile kurduğu o özel köprünün hangi kanalla sürdürüleceği, bugün en temel tartışma olmamalı. Asıl soru bu köprünün kimler tarafından, hangi bedellerle ayakta tutulacağı olmalı.

Haber Yorumları

Henüz Yorum Yapılmamış.

Sende Yorum yap

Son dakika haberler

En güncel ve en doğru, tarafsız haberin merkezi.