Algoritmanın çocukluğu: Psikolojik veri güvenliği

New York Belediyesi'nin Facebook, Instagram, TikTok ve YouTube’a karşı açtığı 327 sayfalık dava ilk duyulduğunda birçok kişi bunun sıradan bir hukuk savaşından ibaret olduğunu düşündü. Oysa bu dava, yıllardır içinden geçtiğimiz ama henüz tam adını koyamadığımız bir dönemin aynası aslında: Dijital çağda gençliğin nasıl büyüdüğü, nasıl kırıldığı ve nasıl yönlendirildiği gerçeğinin…
New York’un dava dilekçesinde geçen bir cümle var ki, bugünün gençlerinin ruh hâlini belki de en iyi özetleyen şey o:
“Gençler bu platformlara kitlesel biçimde bağımlı hale getirildi.”
Bu cümleyi okuduğumda aklıma bir arkadaşımın söyledikleri geldi. “Kızımın telefonunu aldığımda ağlama krizi geçiriyor” demişti. “Sanki dünyası kopuyor.” O an fark ettim: Bu çocuklar telefonlarına değil; görünür olmaya, onaylanmaya, fark edilme hissine bağımlı. “Ben buradayım, beni görün” demenin yeni yolu sosyal medya. Ve platformlar, bu ihtiyacın ne kadar güçlü olduğunu çok iyi biliyor.
Davanın iddiası tam da bu noktada sertleşiyor: Sonsuz kaydırma ekranı, renkli bildirimler, “bir sonraki videodan sonra kapatırım” hissi… Bunların hiçbirinin masum tasarım tercihleri olmadığı ileri sürülüyor. Gençlerin psikolojik kırılganlıkları algoritmalar tarafından ölçülüyor, analiz ediliyor ve tekrar tekrar tetikleniyor. Bu nedenle New York, sosyal medya devlerini yalnızca içerikten değil,tasarım kusurundansorumlu tutuyor. Artık mesele bir platformun kötü yönetilmesi değil; davranışı manipüle eden bir dijital mimarinin bilerek kurulmuş olması.
Bütün bunlar olurken okulların, rehberlik servislerinin ve kamu hastanelerinin yükü giderek artmış. Rehber öğretmenler ders aralarında depresyon şikâyeti dinliyor, psikiyatri klinikleri 14–17 yaş arası başvurularla dolup taşıyor.
Bir öğretmen, “Sınıftaki enerjiye bakınca TikTok’un dün gece ne kadar etkili olduğunu anlıyorum” demişti. Dijital akış, çocukların gece uykusunu, sabah dikkatini ve gün içindeki bütün duygulanımlarını belirliyor.
Bu tablo insana ister istemez şunu düşündürüyor: Bizim çocuklarımız kendi çocukluklarını mı yaşıyor, yoksa algoritmaların onlar için çizdiği bir kullanıcı yolculuğunu mu?
Buraya kadar anlattıklarım Amerika’ya ait gibi görünse de Türkiye’de de tablo farklı değil. Ancak biz bu meseleye çoğu zaman yüzeyden bakıyoruz: Reklam yasakları, influencer denetimleri, kişisel veri ihlalleri… Oysa sorunun kökü çok daha derinde:Gençlerin karar verme özgürlüğünü zayıflatan, duygusal dengesini manipüle eden dijital tasarım dili.
Tam da bu noktada Türk tüketici hukuku önemli bir çerçeve sunuyor. Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’a dayanan “Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği”, bir ticari uygulamanın tüketicinin bilgi eksikliğini kötüye kullanmasını, psikolojik baskı yaratmasını veya karar verme yeteneğini bozmasınıdürüstlük kuralına aykırıkabul ediyor. Hukuk burada şaşırtıcı derecede net: Ticari faaliyet özgürdür amatüketicinin zayıf yanları üzerinden kazanç elde etmek yasak.
Bu çerçeveden bakınca, gençleri daha uzun süre ekran başında tutmak için tasarlanmış sonsuz kaydırma sistemi, nörobilimsel ödül mekanizmalarını hedef alan bildirim tasarımları veya algoritmaların kullanıcıların duygusal açıklıklarını analiz ederek içerik akışını buna göre düzenlemesi artık sadece “teknolojik özellik” değil; tüketici hukukunun aradığı tanıma uygun birdürüst olmayan ticari uygulamadır. Çünkü genç bir kullanıcı ekranda saatler geçirirken çoğu zaman kendi özgür iradesiyle değil, onun kırılganlıklarını bilen bir sistemin yönlendirmesiyle hareket ediyor.
Bir diğer önemli alan da KVKK. Kişisel verinin yalnızca ad-soyad olmadığını artık biliyoruz. Duygusal dalgalanmalar, hangi videoda kaç saniye kaldığın, gece telefonu kaç kere açtığın, hangi içerikte yüzün gülümsediği… Bunların tamamı davranışsal veri. Ve davranışsal veri, doğru formülle bir araya geldiğinde bir insanın duygusal haritasını çıkarıyor. KVKK’nın “ölçülülük”, “belirlilik” ve “dürüstlük” ilkeleri, şirketlerin kullanıcıyı duygusal olarak manipüle edecek şekilde veri işlemesini zaten yasaklıyor. Fakat sosyal medya bunu yalnızca içerikle değil, tasarımla yapıyor. Bu, hukuken yeni bir tartışma:Psikolojik veri güvenliği.
Tüm bu çerçeveler bize şunu söylüyor: Türkiye aslında bu konuda hukuki zemine sahip. Eksik olan şey düzenleme değil; tartışmayı başlatacak cesaret ve dijital dünyanın etkisini doğru okuyacak toplumsal farkındalık. Çünkü ister New York’ta olsun ister İstanbul’da, gençlerimizin ruh sağlığını etkileyen şey aynı: Onların kırılganlıklarını bilen, ihtiyaçlarını hesaplayan ve buna göre hareket eden algoritmalar.
New York’un açtığı dava yalnızca bir hukuk metni değil. Bir çağın fotoğrafı. Bir uyarı. Belki gecikmiş, belki sert ama kesinlikle gerekli.
Ve bu uyarı bize şunu hatırlatıyor:
Gençlerimize borçluyuz.
Hem onların özgüvenini korumak hem de dijital dünyanın görünmez baskılarını şeffaflaştırmak için. Çünkü çocuklarımız büyürken, ekranın bir ucunda yalnız değil; büyük bir ticari ekosistemin tam ortasındalar. Onları bu ekosistemde yalnız bırakmamak da bizim sorumluluğumuz.
Categories: Algoritmanın çocukluğu: Psikolojik veri güvenliği
Sende Yorum yap