s

Depresyondayken salça nasıl yapılır?

Mutlu ve huzurlu bir yaşamın köyde olduğuna inanan, şehirdeki evi barkı kapatıp köye yerleşen ne çok insana şahit olduk, değil mi? Bir köye, mümkünse bir Ege köyüne gidip domates, biber ekip, ekmeğini yaparak mesut olacaklardı. Şehir hayatının insanı depresyona sokan geriliminden kurtulacaklardı. Sosyal medyadan da paylaştılar yeni yaşam pratiklerini. Peki şimdi ne yapıyorlar? Niye biz köyde misal sekizinciyılını mutluluk içinde tamamlamış birinin story’lerine rastlamıyoruz? Eminim bir bölümü aradığını bulup, paylaşma gereği bile duymuyordur artık. Ama ciddi bir bölümü de yeniden şehre döndü. Kısa sürede anladılar, mutluluğun romantize edilmiş bir köy hayatının içinde olmadığını, insanın gittiği her yere kendisini de götürdüğünü. Depresyonun ‘şehirli’ vasfının bir yanılsamadan öteye gitmediğini.

Bu hafta MUBI’de bir belgesele rastladım. Yönetmenliğini Aybüke Avcı’nın yaptığı 2024 tarihli “Domates, Biber, Depresyon”. Avcı’nın ilk belgeseli olan yapım, Adana’nın Çetirvelli köyünde geçiyor ve yönetmen kamerasını depresyon hastası dayısı Mehmet, eşi Naziye ve yine depresyon hastası olan büyük dayısı Yakup’a doğrultuyor. Bunu yaparken bir yandan annesinin tutamadığı yasını tamamlıyor, diğer yandan o uğruna şehirlerin terk edildiği köy hayatının hiç de kolay olmadığı gerçeğinin perdesini aralıyor. Duru anlatımını mizahın koluna takarak…

Çetirvelli köyünün özelliği, her hanede en az bir tane depresyon tanısı konulmuş bireyin bulunması. Salça yaparak geçimini sağlayan köylüler depresyon ilaçlarıyla hayatlarına devam ediyor, tıpkı zirai hastalıklar yüzünden ilaçla ayakta duran domatesler, biberler gibi. Yönetmen belgeselini biber salçasının yapım aşamaları üzerinden kurgularken, tarım ve depresyon arasındaki ilişkiyi de gösteriyor.

Aslında her şey 25 sene öncesine dayanıyor. İç sıkıntısı çeken, kıpırdamadan öyle duran bir köylü doktora gidiyor ve depresyon teşhisi alıyor. Onun ardından benzer şikayetleri olanlar da doktora gittiklerinde aynı teşhis ve aynı grup ilaçlarla evlerine dönüp tedavilerine başlıyorlar. Günlük sohbetlerin önemli bir kısmını depresyon oluşturuyor. Mehmet Dayı ve Yakup Dayı ilaçlarını karşılaştırıyor. Ben bu ilacı alıyorum. Doktor akşamları da al dedi ama almıyorum. İçsem işe yarar mı? Profesör öyle dedi. Boşver sen profesörü… En basit diyalog böyle. Depresyon farkındalıkları da güçlü. Mevsim dönümlerinde hastalığın coştuğundan söz ediyorlar. Bir sıkıntı günlük işlerin yapılmasını etkilemiyorsa, ona depresyon denemeyeceğinin altını çiziyorlar.

Onların kendileri gibi domatesleri ve biberleri de hasta. İklim krizinin yol açtığı değişikliklerin yarattığı belirsizlik hastalıklarını daha da tetikliyor. Yıllarca alışık oldukları yöntemler, kriz büyüdükçe işe yaramaz hâle geliyor sözgelimi. Ne yapacaklarını bilemiyorlar. Belgesel boyunca hem onların ruh hâllerini izliyor hem de depresyondayken nasıl biber salçası yapıldığına tanıklık ediyoruz. Bu köyün depresyonlu sakinleri biraz da yalnızlıktan muzdarip. Köyün nüfusu çok az. Gençler, çalışmak ya da okumak için şehre inmiş. Dönmeyeceklerini biliyorlar. Azaldıklarını. Daha da azalacaklarını. Hastalıklarını kabullenmişler. Biberleri de hüzünleri de topluyor, ayıklıyor, kesiyor, eziyorlar; hem salça hem depresyon üretiyorlar büyük yalnızlıklarında.

Kimse rol yapmıyor belgeselde. Zaten bizzat depresyonun içinde oldukları için, en iyi oyunculuk performansının bile gösteremeyeceği kadar açıyorlar bize bu hüzünlü hastalığın kapısını. İnsan üzülüyor, biraz da utanıyor. Çünkü hayatlarından mizahı eksik etmiyorlar. Hâl böyle olunca gülmek dokunuyor izleyiciye. Hayat bilgisi dersinde sınıf birincisi Naziye Yenge’nin Mehmet Dayı’ya söylenişlerindeki cabbarlığı şapka çıkartsa da bize, onun nezdinde bu köyde kadınların yükünün ne kadar ağır olduğunu defalarca fark ediyoruz. Hem evdehem işte çalışıyorlar. “Dünyaya erkek olarak gelmek vardı” serzenişindeler. Çoğu depresyonda değil ama haklı bir depresiflik içindeler.

Son sahnede “Birileriyle dertleşsen,” diye öneride bulunuyor yönetmen, Mehmet Dayı’sına… “Faydası olmaz ki…”diye cevap veriyor Mehmet Dayı. Ama sonra yeğeni üzülmesin diye, bir kırık gülümseme çekiyor yüzüne, “Olmazsa psikoloğa gideriz” diyor. Bir dağa sırtını yaslar gibi başını dayısının omzuna koyuyor, zaman zaman depresyona girdiğinden şüphelenen Aybüke Avcı. O sahnenin güzelliğini anlatmaya kelimeler yetmez. Yalnızlığı paylaşıyorlar. Bir evden mis gibi bir salça kokusu yükseliyor gibi oluyor az sonra… Şefkatli ellerde şifalı bir yemeğe dönüşecek.

İlk uzun metrajlı belgeselinde Aybüke Avcı insanın ve tarımın depresyonunu derinlikli bir anlatımla, zaten yükü ağır günümüz insanına hiç yük vermeden aktarıyor. Köye bizi dertlerimizden kurtaracak bir mekân olarak bakma algısını, onun dertlerine odaklıyor, hiç didaktik olmadan. Büyük bir incelikle ve zarafetle. Yeni filmini şimdiden iple çekiyorum.

İyi pazarlar.

Haber Yorumları

Henüz Yorum Yapılmamış.

Sende Yorum yap

Son dakika haberler

En güncel ve en doğru, tarafsız haberin merkezi.