Yeni Bir Dil İmkânı, Üniversiteler ve Sivil Alan
Her medeniyet, hayata ve insana dair kendine özgü bir bakış üretir. Bu bakış, yalnızca soyut ilkelerden ya da inançlardan ibaret değildir; değerler dünyasından beslenen, gündelik hayatla temas eden, kurumlara, mekânlara ve ilişkilere sinen bütüncül bir anlam evrenidir. Eğitim anlayışından hukuk tasavvuruna, şehirlerin mimarisinden insan ilişkilerinin biçimine kadar uzanan bu evren, ancak kendisini taşıyan formlar aracılığıyla görünür ve yaşanabilir hâle gelir. Formlar, bir medeniyetin konuşma biçimidir; başka bir ifadeyle, medeniyetin günlük hayatta kullandığı dildir. Bu nedenle mesele sadece ne düşündüğümüz değil, düşüncemizin formlar, tutumlar ve davranışlar aracılığıyla hayata geçip geçmediği meselesidir. Bir medeniyet kendi değerlerinden beslenen formlar üretebildiği sürece canlıdır. Bu üretim durduğunda ise geriye, geçmişe ait estetik öğelerin korunması, hatıraların sergilenmesi ya da tarihsel bir ihtişamın nostaljik temsili kalır. Oysa medeniyet, müzede yaşatılan bir şey değildir; sokakta, okulda, kurumda, şehirde ve zihinde sürekli yeniden üretilmesi gereken dinamik bir yapıdır.
Hayat, formlar talep eder. Kendi formlarını üretemeyen toplumların hayat alanlarını, başka medeniyetlerin dili ve değerleri doldurur. Bu durum yalnızca mimari zevk ya da kültürel tercih meselesi de değildir. İnsanın kendisini, toplumu ve dünyayı algılama biçimi de bu formlar üzerinden şekillenir. Zamanla hangi davranışın doğal, hangi tutumun makul, hangi düşüncenin bilimsel olduğu bu hâkim dil içinde belirlenir. Dolayısıyla dil meselesi, doğrudan doğruya bir iktidar ve yön tayini meselesidir.
Bu nedenle şehir meselesi ve üniversite meselesi, aslında doğrudan medeniyet meselesidir. Bir medeniyet tasavvuru şehirleşmeden, kendi formlarını mekânla buluşturmadan yaşayamaz. Aynı şekilde, bilim ve bilgi üretimi de soyut bir faaliyet değildir; tarih, kültür ve değerler dünyasıyla kurduğu ilişki ölçüsünde anlam kazanır. Kültürü üretilemeyen, yalnızca koruma altına alınan bir unsur hâline getiren toplumlar, geçmişleriyle ilişkiyi canlı bir süreklilikten ziyade turistik bir temsile indirger. Bu da, yeni üretimin durduğuna işaret eder.
Son üç yüz yıldır küresel ölçekte etkili olan Batı medeniyeti, bu bütünlüğü son derece bilinçli bir biçimde kurmuştur. Üretilen bilgi, sanat, edebiyat, siyasal teori ve bilimsel yöntemler, ortak bir dil içinde birbirini besleyen güçlü bir ağ oluşturmuştur. Bu ağ yalnızca Batı toplumlarını değil, dünyanın geri kalanını da kuşatmış; zamanla bir doğallık ve de zorunluluk hissi üretmiştir. Bu dilin dışında kalan üretimler ise çoğu zaman tali, yetersiz ya da evrensellikten uzak olarak kodlanmıştır.
Türkiye’de de uzun yıllar boyunca bilgi üretimi büyük ölçüde bu ana akım dil üzerinden gerçekleşmiş, üniversiteler bu dilin taşıyıcı kurumları hâline gelmiştir. Üniversiteler, entelektüel çevreler ve kültür taşıyıcıları, çoğu zaman farkında olmadan Batı merkezli bir bakışı yeniden üreten bir ağın parçası hâline gelmiştir. Bu durum, bir yandan uluslararası meşruiyet ve dolaşım sağlamış; diğer yandan akademi ile toplum arasında görünmez bir mesafe oluşturmuştur. Dolayısıyla, akademik dil, toplumun önemli bir kısmı açısından yabancı, üstenci ve dışlayıcı olarak algılanmaya başlamıştır. Ortaya çıkan gerilim, aslında toplumsal kutuplaşmaların, merkez-çevre gerilimlerinin ve yankı odalarının da tarihsel zeminini oluşturmaktadır. Ana akım, temsil gücünü ve imkânlarını korumaya çalışırken; çevre uzun süre edilgen, hatta sessiz konumda kalmıştır. Bugün sıkça şikâyet ettiğimiz kutuplaşmaların ve yankı odalarının arka planında, işte bu tarihsel birikim yatmaktadır.
Son yirmi yılda bu yapıda önemli kırılmalar yaşanmıştır. Çevre merkeze yaklaşmış, hizmetlere erişim genişlemiş, farklı toplumsal kesimler kamusal alanda daha görünür hâle gelmiştir. Ancak bu yapısal dönüşüm, henüz tüm alanları kuşatan bütüncül bir yeni dil inşasına dönüşememiştir. Çünkü dil inşası, yalnızca söylemle değil; bilgi üretimiyle, kurumsal pratiklerle ve hayatın formlarıyla yürütülen orta ve kapsamlı bir çaba gerektirmektedir. Bilgi üretim sürecine dâhil olmadan, entelektüel emek verilmeden, retorik düzeyde dile getirilen farklılıklar kalıcı bir karşılık üretemez.
Tam da bu noktada üniversitelere tarihî bir sorumluluk düşmektedir. Üniversiteler yalnızca meslek kazandıran kurumlar değil; topluma yön veren, anlam üreten ve dil kuran kamusal aktörlerdir. Ne var ki bugün üniversitelerimizin üç temel sorunla yüzleşmesi gerekmektedir: bilgi üretiminin sürdürülebilir ve nitelikli düzeyde olmaması, toplumla kurulan ilişkinin zayıflığı ve üretilen bilginin kendi medeniyet değerlerimizle kurduğu bağın kırılganlığı.
Yayın sayılarındaki artış, tek başına bu sorunları çözmemektedir. Bilginin birikmesi, birbirine eklenmesi ve toplumsal karşılık bulması esastır. Üniversitelerin bulundukları şehirlerle, ülkenin gerçek sorunlarıyla ve toplumsal taleplerle kuracağı organik bağ, yalnızca ekonomi ve sanayi alanlarında değil; edebiyattan mimariye, sosyolojiden sanata kadar geniş bir zeminde kurulmalıdır. Aksi hâlde üniversite, kendi içine kapanmış, toplum açısından yabancı bir yapı olarak algılanmaya devam edecektir.
Daha da önemlisi, üretilen bilginin hangi dil içinde üretildiği sorusudur. Batı merkezli bir kavramsal çerçevenin evrensel ölçütler olarak mutlaklaştırılması, toplumun geniş kesimleri ile akademi arasında bir güven mesafesi oluşturmuştur. Oysa tarihsel birikimimiz, düşünce geleneğimiz ve kültürel hafızamız, yeni bir dil inşası için güçlü imkânlar sunmaktadır. Bu birikimi ölü kalıplar olarak değil; açık uçlu, yeniden üretime elverişli bir zemin olarak ele almak zorundayız. Bir başka deyişle, bu birikimi ya bütünüyle reddetmek ya da sorgulamadan kutsamak yerine, eleştirel bir tahkik süzgecinden geçirerek bugünle ilişkilendirmek mümkündür. Bu bağlamda, örneğin Kemal Tahir’in “kaytarmamak” çağrısı, Alev Alatlı’nın fikirle kurumu, metinle insan yetiştirmeyi birleştiren yaklaşımı ve Turgut Cansever’in tarih-coğrafya-varlık telakkisini buluşturan mimarlık anlayışı, bu sürekliliği sağlamaya yönelik somut çabalardır. Bu çabalar bize şunu göstermektedir: Yeni bir dil, geçmişi inkâr ederek değil; onu tahkik ederek, eleştirerek ve bugünün ihtiyaçlarıyla yeniden ilişkilendirerek kurulur.
Bugün küresel ölçekte yaşanan krizler ve belirsizlikler, toplumdaki tüm kesimleri benzer biçimde etkilemektedir. Bu nedenle artık bir araya gelmek bir tercih değil, zorunluluktur. Yankı odalarının yıkılması, farklı kesimlerin birbirini dinleyebileceği ortak bir dil zemininin kurulmasıyla mümkündür. Bu zemin, ne retorik hamasete ne de taklitçi bir evrensellik anlayışına dayanmalıdır. Bu çerçevede üniversitelerin rolü yalnızca devlet, piyasa ya da küresel akademik çevrelerle kurduğu ilişkiler üzerinden değerlendirilemez. En az bunlar kadar, hatta belki daha kritik olan boyut, üniversitelerin sivil alanla kuracağı sahici, süreklilik arz eden ve karşılıklı besleyici ilişkidir. Çünkü yeni bir dil, yalnızca resmî kurumlar veya akademik metinler üzerinden değil; sivil alanın gündelik pratikleri, üretimleri ve etkileşimleri içinde gerçek karşılığını bulur.
Sivil alan, bir toplumun nefes aldığı, farklı seslerin, deneyimlerin ve anlam arayışlarının kendiliğinden ortaya çıkabildiği zemindir. Dernekler, vakıflar, yerel inisiyatifler, meslek örgütleri, kültür-sanat çevreleri, düşünce platformları ve gönüllü yapılar; toplumsal tecrübenin biriktiği, çoğu zaman resmi dilin dışında kalan meselelerin dile gelebildiği alanlardır. Ne var ki bu alan, üniversitelerden ve akademik üretimden kopuk kaldığında dağınık, süreksiz ve etkisi sınırlı bir yapıya dönüşebilmektedir. Aynı şekilde üniversiteler de sivil alanla temas kurmadığında, kendi içine kapanan, toplumsal gerçekliği soyutlayan bir dile hapsolmaktadır.
Yeni bir dil inşası, tam da bu iki alanın—akademi ile sivil alanın—birbirini dışlamadan, birbirini dönüştürerek buluşmasını gerektirmektedir. Üniversitelerin sivil alanla kuracağı canlı ilişki; bilginin yalnızca üretilen değil, paylaşılan, tartışılan ve hayata dokunan bir nitelik kazanmasını sağlar. Akademik bilgi, sivil alanın pratik tecrübesiyle temas ettiğinde soyutluğunu yitirir; sivil alanın talepleri ve birikimi ise akademik süzgeçten geçtiğinde kalıcılık ve derinlik kazanır.
Bu karşılıklı etkileşim, sivil alanın dinamikliğini ve zenginliğini de belirgin biçimde artırır. Yeni dilin taşıdığı kavramlar, bakış açıları ve eleştirel çerçeveler; sivil alandaki tartışmaların yüzeysel tepkilerden uzaklaştırıp daha derin, tutarlı ve kapsayıcı hâle gelmesine katkı sunar. Aynı zamanda sivil alan, üniversiteleri yalnızca merkezî politikaların veya küresel akademik eğilimlerin etkisinde kalan kurumlar olmaktan çıkararak, toplumsal gerçeklikle sürekli temas hâlinde olan canlı yapılara dönüştürür. Bu ilişkinin güçlenmesi, toplumsal kutuplaşmaların aşılmasında da kritik bir rol oynar. Üniversiteler ile sivil alan arasında kurulan köprüler, farklı kesimlerin bir araya gelebileceği ortak mekânlar ve ortak dil imkânları üretir. Böylece yankı odaları zayıflar; birbirini görünmez kılan, dışlayan ya da bastıran anlatıların yerine, dinleyen, anlayan ve müzakere edebilen bir kamusal zemin güç kazanır. Yeni dil, tam da bu zeminde canlılık kazanır ve toplumsal meşruiyet üretir.
Sonuç olarak, geçmişle sürekliliği olan, bu toprakların tarihi birikiminden beslenen ve dünyayla da konuşabilen yeni bir dilin inşası mümkündür. Bu imkânın hayata geçmesi ise büyük ölçüde üniversitelerin kendileriyle, toplumla ve tarihsel birikimle kuracakları sahici ilişkiye bağlıdır. Üniversiteler bu sorumluluğu üstlendikçe yalnızca akademik üretim güçlenmeyecek; aynı zamanda toplumsal güven, kamusal birliktelik ve geleceğe dair ortak bir tasavvur da yeniden inşa edilebilecektir. Böyle bir birleşme, yalnızca entelektüel bir zenginleşme değil; toplumsal dayanıklılığı artıran, ortak gelecek tasavvurunu güçlendiren ve siyaseti daha sağlıklı bir zemine taşıyan kalıcı bir dönüşümün de önünü açacaktır.
Sende Yorum yap