‘Aynatuvar’dan sahnelere
Adına ‘göbek dansı’ denilen, ‘oryantal’ denilen dansın markasının Nesrin Topkapı olduğu yıllarda büyümüş çocuklarız biz. Dansöz demek Nesrin Topkapı demek. Özellikle de yılbaşı gecesi demek. Işıl ışıl kostümü (meğer gizli ampuller dikermiş içine) ve âdeta insanı büyüleyen figürleriyle birçok kız çocuğunun büyüyünce dansöz olmaya karar verip gerdan kırarak anne babasının yüreğini hoplattığı yıllar. Neden olmaman gerektiğini de anlamazsın hiç. Balerin olmak mümkün, dansözlük tu kaka. Oysa Nesrin Topkapı’yı izlemek o kadar güzel ki.

Daha sonraları kendi stüdyosunda workshop’lar düzenlediğinden, 2000’lerde Bilgi Üniversitesi’nde dans dersleri verdiğinden, dünyanın dört bir yanında sanatının hakkının teslim edildiğinden haberim vardı da zamanında o ‘cıs’ denen mesleği nasıl seçtiğini, yürüdüğü yolda önüne ne engeller çıktığını, onları adeta bir sihirbaz gibi kendi yöntemlerini icat ederek nasıl aştığını bilmezdim. Doğan Kitap’tan çıkan otobiyografisi “Nesrin Topkapı”da anlatıyor hepsini. Hem de büyük bir açıklık ve son derece esprili bir dille. Yani yetenekleri dansla, müzikle, kendi kostümlerini yaratacak el becerisi, oyuncaklı sahneler tasarlayacak görsel sanatlar duygusuyla sınırlı değilmiş. Yazıda da çok yetenekliymiş, okurken fotoğraflar canlanıyor gözünüzde, bir roman tadı alarak okuyorsunuz.
Dünyaya geldiği 1951 yılının İstanbul’u, Beyoğlu’suyla başlıyor kitap. Zamanında ikisi de tiyatroyla ilgilenmiş, sahneye çıkmış bir anne babanın tek çocuğu. Evleri Süslü Saksı Sokak’ta. Biraz yalnız, oyuncaksız bir çocukluk, camdan dış dünyayı izlemek tek eğlencesi. “Hani gel de dansöz olma” diye anlatıyor. O zamanlar okumaya pek meraklı değilmiş, gönderildiği yatılı okul iyice kırmış şevkini. Dans ve müzik zaten annesinden el aldığı çocukluk tutkuları. Babasını küçük yaşta kaybedince de evin geçimine katkıda bulunma mecburiyeti doğuyor. Bu arada saçma sapan sebeplerle konservatuvara alınmadığını, onun da kendi tarzını ‘aynatuvar’da geliştirdiğini öğreniyoruz. Gencecik bir kız olarak girdiği işlerde uğradığı tacizler ve onlara verdiği okkalı karşılıklar da hatırı sayılır bir yer tutuyor anılarında; “Sahne ya da büro temizliği. İkisinde de rahatsız edilebilirsin. Tercihimi yaptım: Sahne” diyor.
İlk sahneye çıkışında annesinin “Elinde bir sopan eksikti” demesine neden olan surat asıklığı bundan. Gülmesin ki yaklaşamasınlar. Sonra sonra her şeyin bir çaresini bulmayı öğreniyor. Kendini korumanın da, yokluğun da, parasızlığın da. “Yokluk dehayı, yaratıcılığı geliştirir. Olmayanı oldurur,” diye anlatıyor: “Sinema da tiyatro da kendi ekmeğini taştan çıkaran sanatçılarla yaşadı. Şans da kenara atılmaz ancak vazgeçmek yok. Beğeneceğin hale getir o zaman. Kendin yap, kendin yarat. Sana ait olunca duygun hakiki olur. Ders alamasan da aynatuvar sayesinde alaylı olabilirsin ve kendi tarzını bulabilirsin.”
Nesrin Topkapı’nın kitabı altı yıl yaşadığı Londra sahnelerinden, 1974’te yurda döndükten sonra zamanın tüm gazinolarından – gece kulüplerinden, arada da dünyanın muhtelif şehirlerinden tanıdık isimlerle yaşanan çok renkli hikâyelerle dolu. Zeki Müren’ler, Nil Burak’lar, Gönül Yazar’lar, Tanju Okan’lar, Öztürk Serengil’ler… Yolunu açanlar, yoluna taş koyanlar… (Orkestra şefi “Ben dansöze çalmam” derken kulise bir kutu mor menekşe yollayarak başarılar dileyen Ayla Algan’ın yeri hep ayrı).
Ama her şeyden önce bir kadının kimseye müdanası olmadan ve gerçekten yokluktan sihirler yaratarak ayakta durma hikâyesi bu. Gizli gizli hayran olunurken söze gelince riyakârca küçümsenen bir sanatı hakkıyla icra eden, daha ilk dansında davulun içinden ağzında tuttuğu jiletle kendine yol açıp çıkan Nesrin Topkapı’nın hayatı gerçekten ilham verici.
Categories: ‘Aynatuvar’dan sahnelere
Sende Yorum yap