İfşa kültürü: Hesaplaşma mı, mücadele mi?
Bir zamanlar hakkındaki taciz iddialarını sorduğum yazarlardan biri şöyle demişti:
“Kadın isterse aşk oluyor, istemezse taciz oluyor.”
İlk bakışta kaba, kadın düşmanı görünen bu söz, aslında bize şu soruyu dayatıyor:
Aşk ile taciz arasındaki çizgiyi kim çekiyor?
Sorunun yanıtı kadının rızasında düğümlense de bugünlerde kadınların başlattığı taciz ifşalarıyla bu sınırlar giderek bulanıklaşıyor. Her ifşa sosyal medyada “kamusal mahkeme”ye dönüşürken, aşk ile taciz, flört ile istismar birbirine karışıyor.
Kadın edebiyatçıların bildirisi de hayli sert.
Farklı sesleri duymak istemeyen tehditkâr bir hükme dönüştürülmüş bir metinle ifşalara koşulsuz destek veriyor.
Oysa edebiyat, her hikâyeyi, her ihtimali, her deneyimi çelişkileriyle kaydetme sanatıdır. Edebiyatçının asli görevi hüküm dağıtmak değil, hikâyeleri ve çelişkileri sorgulamaktır. Çünkü acıdan türeyen mutlak haklılık, tartışmayı ortadan kaldırdığında, geriye ya merhametsiz bir hukuk ya da kuralsız bir öfke kalır. İkisi de gerçeği çarpıtır.
***
Hatırlatayım: Bir baba, Muhammet Reşit Yıldırım adında genç bir delikanlıyı, kızına tecavüz edip hamile bıraktığı iddiasıyla öldürdü.
Sosyal medya ayağa kalktı: Baba kahraman ilan edildi, serbest bırakılsın diye imzalar toplandı.
Olayı sorgulayan, şüpheyle karşılayanlar ‘tecavüzcüye destek veriyor’ diyerek aşağılanıp susturuldu.
Ve Muhammet’in fotoğrafını yayımladılar: “O bir tecavüzcü ve ölümü hak etti” diyerek…
Mahkeme alınan örneklerin eşleşmediğini ve gencin suçsuz olduğunu ortaya koyunca son duruşmada genç kız, bir akrabası tarafından hamile bırakıldığını, yalan beyanda bulunduğunu kabul etti.
Ve bir baba, oğlunu sosyal medyanın “tecavüzcü” bedduaları arasında toprağa verdi.
Peki, hangi beyan esastı?
Kadınların sokaklarda öldürüldüğü, çocukların suistimal edildiği toplumlarda elbette “kadının beyanı esastır” ilkesi kaçınılmazdır. Ama esas olan gerçektir.
***
Şimdi bu linç kültürüyle beslenmiş böyle bir mecrada, tüm kazanımlarını uzun mücadelelerle elde eden kadın hareketi ile erkek kültürünün intikamcı dili aynı yerde buluşabiliyor. Haliyle sosyal medya linçi ile sokakta sıkılan kurşun, farklı görünümlerle de olsa aynı sonucu doğuruyor.
Çünkü biliyoruz ki çoğu zaman ikili ilişkilerde biriktirdiğimiz öfke, zamanında söylenmemiş sözlerin, aşağılanmaların, alınamamış sağlıklı kararların gölgesinde büyüyor.
Bu yüzden erkek şiddetine karşı mücadele ederken aynı intikamcı refleksi farkında olmadan yeniden üretiyor olabiliriz.
Tarih boyunca güç ilişkilerinde şiddetin dili hep yeniden üretildi. Nietzsche’nin dediği gibi, köle ahlakı efendinin ahlakını yeniden üretiyorsa, ifşalar da erkek egemen şiddetin başka bir versiyonuna dönüşebilir. Çünkü toplumsal infaz da şiddetin bir başka biçimidir.
***
Geçmişi ifşa etmek, kişisel bir strateji olabilir; ama toplumsal özgürlük mücadelesi olmadığı kesin.
Sosyal medya üzerinden bu ifşalar kadınları mağduriyet etrafında dönen bir hikâyeye hapseder mi bilmiyorum.
Ama görüyorum ki, mağduriyetler sorgulanamaz bir “dokunulmazlık kalkanına” dönüşüyor.
Bu ifşalara dair düşüncelerini kaleme alan bir kadın yazarın sosyal medyada topluca kadınlar tarafından linç edilmesi ve hedef gösterilmesi, hakarete uğraması tartışmanın fikirlerden çok kimlikler üzerinden yürüdüğünün de bir göstergesi.
İtiraz edene, parmak sallayıp, saf belirleyerek tartıştığımız için belki de asıl sorunlar, yapısal dönüşümler konuşulamıyor.
Daha da fenası, bu tartışmalar gerçekten mağdur olan kadınları görünmez kılıyor.
Sosyal mecralarda her konuda tartışma kültürümüzün özeti bu.
Bizim gibi doğu toplumlarında kadınların gerçek mücadelesi, mağduriyet üzerinden olmamalı.
O mücadele, gecikmiş hesaplarla değil, bugün ve şimdi cesurca söylenen sözlerle kazanılır.
Ve özgürlük, bir başkasını cezalandırma yetisinde değil, kendi hayatını kurma kudretinde yatar.
Sende Yorum yap