s

Futbolun bitmeyen sendromu

Türkiye Ligi’nde rakiplerine karşı “büyük takım” edasıyla sahaya çıkan kulüplerimiz, Avrupa’da sıradan veya hatta vasat denebilecek kulüpler karşısında çaresizleşiyor. Peki neden? Bu sorunun cevabı; ekonomik gerçeklerden, futbol kültürüne, yönetim anlayışından, altyapı eksikliğine kadar uzanan geniş bir yelpazede yatıyor.
Türk futbolunun Avrupa defteri, her yeni sezon açıldığında taze umutlarla başlar ama genellikle aynı hayal kırıklıklarıyla kapanır. Sezon başında devasa bütçeler, astronomik maaşlar, yıldız transferler… Hemen ardından sosyal medyada taraftarın coşkusunu süsleyen videolar, hazırlık kampında atılan goller, basın toplantılarında kurulan büyük cümleler… Ve sonra gerçek: Avrupa sahnesine çıkıldığında Dinamo Zagreb karşısında dağılan Fenerbahçe, Frankfurt’tan beş gol yiyip dönen Galatasaray.
Bu tablo artık istisna değil, adeta rutin. 2000 yılında Galatasaray’ın UEFA Kupası zaferinden bu yana, Türk futbolunun Avrupa’daki vitrini giderek soluklaştı. O zafer, hâlâ bir nostalji cümlesi olarak tekrarlanıyor çünkü ondan sonra gelen 25 yıl boyunca aynı seviyeye yaklaşmak bile mümkün olmadı.
Klişe haline gelen tabloyu hepimiz biliyoruz. Türkiye Ligi’nde rakiplerine karşı “büyük takım” edasıyla sahaya çıkan kulüplerimiz, Avrupa’da sıradan veya hatta vasat denebilecek kulüpler karşısında çaresizleşiyor. Peki neden? Türk futbolu neden sadece Türkiye sınırları içinde büyük? Neden Avrupa sahnesine çıktığında, bütün o şatafatlı kadrolar ve milyon euroluk yatırımlar buharlaşıyor? Bu sorunun cevabı; ekonomik gerçeklerden, futbol kültürüne, yönetim anlayışından, altyapı eksikliğine kadar uzanan geniş bir yelpazede yatıyor.
Para harcanıyor ama plan yok
Türkiye’de futbol, uzun süredir transfer şampiyonluğu üzerinden okunuyor. Özellikle üç büyükler her yaz döneminde kamuoyuna adeta birer şov sunuyor. Transfer haberleri, uçak seferleri, havalimanı karşılamaları… Taraftarın coşkusunu diri tutmak için milyon eurolar havada uçuşuyor. Ancak bu harcamalar, sistemli bir planın parçası değil; daha çok günü kurtarmaya yönelik bir popülizm stratejisi. Çünkü Türkiye’de transfer, bir futbol projesinin parçası değil; taraftarı mutlu etmenin en kolay yolu.
Bir Avrupa kulübüne bakalım: diyelim ki Benfica. Bizim Kerem’i gönderip bir yıl sonra daha pahalıya geri aldığımız Portekiz ekibi, yılda 6070 milyon euroyu sadece oyuncu satışından kazanabiliyor. Transfer ettiği oyuncular, sistemine uygun, genç ve potansiyelli isimler oluyor. Birkaç yıl içinde değerleri katlanıyor, kulüp hem sportif başarı hem de finansal kazanç elde ediyor.
Bizde ise halen birkaç istisna hariç, Avrupa’da artık üst düzey kulüplerin tercih etmediği, 30’lu yaşlarını geçmiş yıldızlar üzerine kadrolar kuruluyorlar. İsimler büyük, geçmişleri parıltılı ama gelecekleri yok. Tıpkı Türkiye’ye “yıldız” statüsünde gelip Avrupa maçlarında kaybolan Mesut Özil, Zaha, Ziyech gibi. Bu tip yanlış tercihler, Türkiye’de yıldız diye yere göğe konulamayan oyuncuların Avrupa’da sıradanlaşmasına neden oluyor. Çünkü modern futbol artık bireysel isimlerden çok kolektif sistemlere dayanıyor.
Türkiye liginin yavaşlığı
Türkiye Ligi’nin temposu, Avrupa standartlarının çok gerisinde. Bunun en somut örneğini, Avrupa kupalarındaki hemen her maçta görüyoruz. Avrupa’nın sıradan kulüpleri sürekli pres yapıyor, oyunu hızlandırıyor ve sahada 90 dakika boyunca yüksek efor harcıyorken, bizde işler hep rölantide. Ezkaza bir takım oyunu hızlandırmak istese bile hakemlerin yetersizliği hatta zaman zaman maçın temposuna ayak uyduran koşuları bile yapamamaları nedeniyle sırf soluklanmak için çaldıkları düdükleriyle buna izin vermiyorlar.
Rigas Skola, Slavia Prag, Midtjylland gibi orta sınıf kulüpler bile yüksek tempoda oynayıp, pres devamlılığı sağlayabiliyor. Bizim büyük kulüpler ise kurada bu takımlardan biriyle eşleştiğinde, tura garanti gözüyle bakıp seviniyor. Ta ki, 60. dakikadan sonra adamların genç ve dinamik kadrosu karşısında tükenip havlu atıp gerçeklerle yüzleşene kadar. Bu yüzleşme yeni değil yıllar öncesine dayanıyor. Ancak kondisyon eksikliği bunca yıldır hâlâ göz ardı edilen bir problem. Avrupa’nın orta seviye takımlarında bile fiziksel hazırlık, teknik direktörlerin en önemli kriteri iken, bizde hâlâ bireysel yeteneğe güveniliyor.
Avrupa’da küçük Türkiye’de büyük
Türk futbolunun Avrupa’daki başarısızlığının özeti aslında basit: Para var ama plan yok. Yıldız var ama sistem yok. Taraftar var ama sabır yok. Yönetim var ama vizyon yok.
Kendi ligimizde dev gibi görünen kulüpler, Avrupa sahnesinde sıradanlaşıyor. Çünkü temelde futbolu hâlâ bir eğlence, bir popülizm aracı olarak görüyoruz. Avrupa’da başarıyı getiren sistem, disiplin ve planlama bizde yok. Çözüm için gereken en önemli şey, zihniyet değişimi. Sadece yönetimlerde değil, teknik direktör, oyuncu ve en çok da taraftarlarda. Ne zaman ki taraftarlar Avrupa’da başarı için baskıyı artırır, sesini duyurur ancak bunu sabırla ve güvenle yapar o zaman yönetimler de mecbur kalır. Lig şampiyonluğuyla yetinmek, rakip olarak suyun ötesini görmek yerine, Kapıkule’den çıkıp gerçek rekabete dahil olur.
Bu değişim olur mu? Belki. Ama kısa vadede yine aynı döngüyü yaşamamız çok muhtemel. Yaz transfer döneminde yeni yıldızlar, havalimanı coşkuları, basın toplantılarında büyük laflar… Ve sonra Avrupa sahnesinde yeni bir hezimet. Ama sorun değil, biz zaten Türkiye’de şampiyonuz değil mi?

Yönetim ve popülizm çıkmazı

Türk futbolunun belki de en büyük açmazı, yönetim kültürü. Kulüp başkanları, çoğu zaman taraftarı mutlu etmeye ve bir sonraki seçimi kazanmaya odaklanıyor. Avrupa başarısı mı? O, çoğunlukla ikinci planda. Çünkü Türkiye’de taraftar için Avrupa kupaları, prestij meselesi olsa da asıl mutluluk yerel lig şampiyonluğundan geliyor.
Yine Avrupa’da bizden farklı olarak sportif direktörlük bir kartvizit işi değil, transferin ana sorumlusu. Halbuki bizde “başkan transfer yapar” anlayışı var. Avrupa’da kulüpler 5 yıllık plan yapar, bizde bir sezonluk başarı uğruna geleceğin tüm dengeleri bozulur. Sonuç? Plansız, birbirine uymayan, hoca değiştiğinde çöp olan kadrolar.
Bu anlayış, Türk futbolunun Avrupa’da bir vizyon ortaya koyamamasının temel sebebi. Çünkü Avrupa sahnesinde başarı, tesadüf değil, sürdürülebilir plan gerektiriyor. Bizde ise plan değil, popülizm tahakküm kuruyor.

Alt yapıdan kopukluk

Bir kulübün sürdürülebilir başarısı, altyapısından beslenir. Sparta Prag, Benfica, Dinamo Zagreb, Porto, Salzburg… Avrupa’nın orta ölçekli kulüplerinin hepsi, altyapı sayesinde hem sportif hem de ekonomik güç kazanıyor. Türkiye’deyse tam tersi. Altyapıdan çıkan oyunculara sabır gösterilmez. Taraftar hemen sonuç ister; genç futbolcu hata yaptığında hemen kenara çekilir, yerine pahalı bir yabancı alınır.
Daha geçen hafta Fenerbahçe’yi mağlup eden Dinamo Zagreb, Luka Modric’ten Mateo Kovacic’e, Josko Gvardiol’den Dejan Lovren’e kadar onlarca dünya yıldızı yetiştirirken, Fenerbahçe alt yapıyla kopukluğu nedeniyle genç yaşında Merih Demiral’ı elinden kaçırıyor. Ya da dönemin yıldızı olacağı söylenen, Emre Belözoğlu’nun kaptanlık bantını emanet ettiği Ömer Faruk Beyaz’ın pozisyonuna İrfan Can’dan Mesut Özil’e kadar bir çok transfer yapıp, plansızlık nedeniyle neredeyse 5. seçenek haline gelen Ömer Faruk’un kaybolup gitmesine neden oluyor.
Türkiye’nin son 20 yılında Avrupa seviyesine çıkan altyapı ürünü oyuncular parmakla sayılacak kadar az. Bu tablo, sadece futbolun geleceğini değil, kulüplerin ekonomisini de çökertiyor. Çünkü genç oyuncu yetiştiremeyen kulüpler, her yaz transfer döneminde kasasındaki son parayı yıldız isimlere harcamak zorunda kalıyor.

Categories: Futbolun bitmeyen sendromu

Haber Yorumları

Henüz Yorum Yapılmamış.

Sende Yorum yap

Son dakika haberler

En güncel ve en doğru, tarafsız haberin merkezi.