Avrupa Dönüşü Sendromu
Avrupa geceleri büyülüdür. Şampiyonlar Ligi müziği çalar, stat ışıl ışıl olur. O sahnede her futbolcu biraz daha büyür. Alınan bir galibiyet sadece puan değil, prestij, kimlik ve güç gösterisidir. Ancak o büyü kısa sürer. Üç gün sonra sahne değişir; Amsterdam’daki ışıkların yerini Kocaeli Stadı’nın rutubetli havası, Rayo Vallecano’nun gösterişsiz zemini, Brentford’un güçlü presi alır. Ve devler tökezler.
Bu hafta da öyle oldu. Galatasaray, Ajax’ı 3-0 yenip Avrupa gecesinin yıldızı olurken, ligde Kocaelispor’a 1-0 kaybetti. Real Madrid, Rayo Vallecano deplasmanında golsüz dönerken, Bayern Münih, Union Berlin’le berabere kaldı, Liverpool, City karşısında silik bir oyunla mağlubiyet aldı, Newcastle, Brentford’dan üç gol yedi. Beşi de Avrupa sahnesinden döndü, beşi de liginde puan kaybetti. Bu döngü, Avrupa maçları dönüşü kanıksadığımız bir hal aldıysa mesele tesadüf olmaktan çıkar; adını koymak gerekir: Avrupa dönüşü sendromu.
Bu sendromun ilk nedeni fiziksel yorgunluk gibi görünüyor ama esas hikaye ondan büyük. Bir Şampiyonlar Ligi maçı, temposu, atmosferi, medya ilgisiyle birlikte tam bir enerji boşalması. Oyuncular o gece kendilerini zirveye taşır, bedensel ve duygusal olarak tükenirler. Bilimsel olarak da böyle, yüksek tempolu bir maçtan sonra kasların tam toparlanması 72 saati buluyor. Galatasaray, çarşamba gecesi Ajax’ı geçip perşembe İstanbul’a döndüğünde, pazar Kocaeli deplasmanında hâlâ o gecenin artıklarıyla sahadaydı. Aynı durum Real Madrid, Bayern ve Liverpool için de geçerliydi.
Ama yorgunluk yalnızca bacaklarda olmuyor. Avrupa maçının ardından gelen zihinsel düşüş belki de asıl farkı yaratıyor. Ancelotti, “Yoğun takvim sadece kasları değil, zihni de yorar” diye boşuna demedi. Şampiyonlar Ligi gecesi oyuncuların beyninde “büyük maç modu”nu tetikliyor; ışık, marş, atmosfer, rakip kalitesi... Her şey olağanüstü. Sonra üç gün geçiyor ve sahne küçülüyor. Rakip Kocaelispor, atmosfer yerel, motivasyon eksik.
Oyuncular farkında bile olmadan “küçük maç” refleksiyle oynuyor, taraftara “maç seçiyor” dedirtiyor. Okan Buruk’un takımı, Ajax karşısında koşu mesafelerinde, pas ve pres kalitesinde göz boyarken, Kocaeli’de o enerjinin yarısına bile ulaşamıyor. Bayern’de Gnabry’nin pas temposu düşüyor, Liverpool’da Szoboszlai’nin reaksiyon süresi uzuyor.
Bu fark yalnızca yorgunlukla değil, beynin motivasyon eşiğiyle açıklanabilir. Büyük maça konsantre olmuş bir sistem, küçük maça kolay adapte olamıyor.
Teknik direktörler için bu süreç bir tür satranç. Rotasyon yapsan eleştirilirsin, aynı 11’i çıkarsan yorgunluk vurur. Guardiola bu paradoksu yıllardır şöyle özetliyor: “Rotasyon lüks değil zorunluluktur.” Modern futbolda ilk 11 kavramı çoktan geçerliliğini yitirdi, artık “ilk 16” zamanı. Ama bu esneklik, Avrupa’nın elit kulüplerinde bile sancılı.
Öte yandan futbol artık “topa sahip olanın” değil, “enerjisi kalanın” oyunu. Küçük takımlar, büyüklerin yorgunluğuna sabırla oynayarak karşılık veriyor; bir kontratak, bir duran top, bir hata yeterli oluyor.
Gerçek şu ki, Avrupa dönüşü sendromu yalnızca fiziksel bir mesele değil, bir yönetim problemi. Çünkü futbolcular robot değil. Onlar da motive olan, yorulan, bazen tükenen insanlar. Fark yaratan kulüpler bu insani sınırları yönetebilenler. Galatasaray’ın Ajax zaferi elbette büyük bir başarıydı ama o zaferin ertesi gününe dair bir plan yoksa, başarı sürdürülebilir olmuyor. Kocaeli yenilgisi bir istisna değil, büyük hedeflerle küçük detaylar arasındaki dengesizliğin sonucu. Avrupa sahnesinde parlamak güzel ama gerçek büyüklük, ışıklar söndüğünde başlıyor. Çünkü futbolun en zor maçı, Şampiyonlar Ligi gecesi değil, ondan üç gün sonra oynanan.
Sende Yorum yap