Unutulmuş bir gözcü: Beyazıt Yangın Kulesi
Günümüzde unutulsa da Beyazıt Yangın Kulesi’nin İstanbul şehri için çok önemli bir görevi vardır. Kulenin üst katlarında hâlâ varlıklarını koruyan ve iki yöne bakan metal uzantılar bulunmaktadır. Bir dönem bu borulara gündüzleri renkli sepetler, geceleri ise fenerler asılırdı.

4 Şubat 1750 gecesi, Küçükpazar Mahallesi’nde çıkan yangın rüzgârın etkisiyle büyüyerek Süleymaniye semtine kadar ilerler. Ağa Kapısı civarına kadar yayılan yangın, bölgede bulunan ve “Yeniçeri Ağalığı Dairesi” olarak bilinen Ağa Kapısı’nı da sarar; koca bina kısa zamanda kül hâline gelir.
Ağa Kapısı yeniden yapılırken, şehrin çeşitli bölgelerinde çıkan yangınların büyümesinin önemli bir sebebinin, yangın dumanı ve alevlerinin vaktinde görülememesi ve bu nedenle yangına geç müdahale edilebilmesi olduğu kanaatine varılır. Bu yüzden büyük şehirlerde yangın dumanı ve alevlerini gözetlemek üzere birer yangın kulesi yaptırılmasına karar verilir.
Ağa Kapısı’nın yeniden yapımı sırasında, iç avlusunun bir köşesine ahşap bir yangın kulesi inşa edilir.

İstanbul’da ilk yangın kulesi
Reşad Ekrem Koçu, bu kulenin en üst kısmının çepeçevre camlı bir oda olarak inşa edildiğini söyler. Böylelikle şehrin her yönü gözetlenebilecek ve bir yangın vukuunda kolluk kuvvetlerine haber verilebilecektir. Burada hizmet vermek üzere acemi oğlanlar arasından yirmi beş kişi seçilerek yangın kulesine yerleştirilir. Bu göreve seçilen acemi oğlanlara da “Köşklü” adı verilir.
Reşad Ekrem Koçu her ne kadar 1774 yılında meydana gelen büyük Cibali yangınında ahşap yangın kulesinin yandığından söz etse de belirttiği tarihte Cibali’de böyle bir büyük yangın kaydı bulunmamaktadır.

Reşad Ekrem Koçu’nun sözünü ettiği yangın kulesinin günümüze ulaşan iki de görüntüsü bulunmaktadır. Bu görüntülerin ilkini Antoine Ignace Melling’in muhtemelen XVIII. yüzyılın sonlarına doğru çizdiği “İstanbul Panoraması”nda, diğerini ise Henry Aston Barker’ın 1800 yılında Galata Kulesi’nden çizdiği “İstanbul Panoraması”nda görmekteyiz.
Yüksek, kare bir kaide üzerinde yer alan yangın kulesinin üst bölümünün çepeçevre açık olduğu ve üstünün geniş saçakları olan kırma çatıyla örtülü bulunduğu anlaşılmaktadır.

Eski Saray arazisine inşa edilir
1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla birlikte yok olan tulumbacı teşkilatının yerine, Sultan II. Mahmud yeni kurduğu “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” içinde bir tulumbacı teşkilatı kurar. Yeni kurulan bu ordu teşkilatının merkezi olarak da Beyazıt’ta bulunan Eski Saray arazisi belirlenir.
Daha önce Ağa Kapısı içinde bulunan ahşap yangın kulesi yıktırılır ve büyük bir alanı kapsayan yeni Seraskerlik binası içinde kâgir bir yangın kulesi yaptırılır. Reşad Ekrem Koçu, bu alanda yaptırılan ilk kulenin önceki gibi ahşap olduğunu, bugünkü kulenin ise H. 1244 / 1828-1829 tarihinde inşa edildiğini belirtir.
Ancak Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra yeni bir tulumbacı teşkilatının kurulmasının yaklaşık iki yılı bulan bir sürede gerçekleştiği göz önüne alındığında, bu süre içinde yeni bir ahşap kulenin inşa edilmesine gerek olmayacağını kabul etmek gerekir.
Günümüzde İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüsü içinde yer alan kulenin, kesik piramit biçimindeki kaidesinin doğu cephesinde Keçecizâde İzzet Molla’nın yazdığı, H. 1244 / 1828-1829 tarihli manzum bir kitabe bulunmaktadır.
Üst kısmında Sultan II. Mahmud’un tuğrasının yer aldığı kitabenin ta‘lik hattı ise, dönemin en büyük hattatı olarak kabul edilen Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılmıştır.

Bir yanlış iddia
Reşad Ekrem Koçu, burada yapılan ilk kulenin Krikor Balyan tarafından inşa edildiğini, ahşap olan bu kulenin kısa süre sonra kundaklanarak yandığını anlatır. Ancak bu bilginin kaynağı meçhuldür.
Yirmi yılı aşkın süre sonra Pars Tuğlacı da benzer bir iddiada bulunur ve Edmondo de Amicis’in Paris’te 1883 yılında yayımlanan “Constantinople” adlı kitabını delil göstererek bu görüşü tekrarlar. Ancak söz konusu kitapta böyle bir açıklama yer almamaktadır.
Kulenin yapımı
Zaman içinde çeşitli onarım ve değişikliklerle günümüze ulaşan Beyazıt Yangın Kulesi’nin mimarı Senekerim Balyan’dır. İlk yapımı sırasında, üst bölümünde çepeçevre pencereli, ahşap saçaklı ve kurşun kaplı külahı olan bir köşk bulunmaktadır.
Bu köşkün H. 1265 / 1848-1849 yılındaki onarım sırasında kaldırıldığı ve yerine üç kâgir kat ilave edildiği bilinmektedir. 85 metre yüksekliğindeki kule, böylelikle nöbetçi, işaret, sepet ve sancak katlarından oluşan bir görünüme bürünmüştür.
Kulenin en geniş katını oluşturan nöbetçi katı, aynı zamanda kule gözcüleri tarafından yatakhane ve koğuş olarak kullanılmaktadır. Kulenin 1848-1849 yılları öncesine ait görünümünü hem Thomas Allom’un hem de William Henry Bartlett’in gravürlerinde görmek mümkündür.
Beyazıt Yangın Kulesi, yangın gözetleme işlevinin yanı sıra, kat adlarından da anlaşılacağı üzere Sancak Kulesi olarak da kullanılmaktadır.
Günümüzde unutulan bir görev
Günümüzde unutulsa da Beyazıt Yangın Kulesi’nin İstanbul şehri için çok önemli bir görevi vardır. Kulenin üst katlarında hâlâ varlıklarını koruyan ve iki yöne bakan metal uzantılar bulunmaktadır. Bir dönem bu borulara gündüzleri renkli sepetler, geceleri ise fenerler asılırdı.
Reşad Ekrem Koçu, şehrin hangi bölgesinde yangın çıktığını belirtmek amacıyla asılan sepet ve fenerlerin neleri ifade ettiğini aktarır. Gündüz asılan işaret sepetleri bir metre boyunda, bir buçuk metre genişliğinde olup, üzerine kırmızı boyalı tutkal sürülmüş kanaviçeli bir kasnaktan ibarettir.
1930-1935 yılları arasında sepet asma işi kaldırılır ve bu sepetlerden biri günümüzde İBB İtfaiye Müzesi’nde teşhire alınır. Bundan böyle sepet yerine kırmızı, sarı ve yeşil renkli flamalar asılmaya başlanır. Reşad Ekrem Koçu, “Hâlen kullanılmakta olan flamalar 1,5 x 2,5 metre ebadındadır.” demektedir.
Geceleri yakılan işaret fenerlerinin ise eni ve boyunun elli santimetre olduğunu bildirir. Bu fenerlerde, önceleri çıra, sonraları yağ mumu kullanılırken, daha sonraki dönemlerde elektrikten yararlanıldığını belirtilir.
Yangın talimatları
Günlerden bir gün Sahaflar Çarşısı’nda dolaşırken gözüme buruşturulmuş, daha sonra düzeltilmeye çalışılmış ama ne yazık ki kırışıklıkları giderilememiş bir kâğıt ilişti. Elime alıp ters yüz edince büyük bir hayret yaşadım. Bu kâğıt, bir dönem Beyazıt Yangın Kulesi’nden gözlenen yangınları haber vermek için hazırlanmış bazı talimatları içeriyordu.
Altı kule çizimi yapılmış ve altlarına, kuledeki flama ve sepetlerin ne ifade ettikleri eski Türkçe olarak yazılmıştı. Sağdan sola doğru:
“Tarafeynde birer kırmızı sepet var iken sarı bir bayrak çekilir ise Üsküdar veya Boğaziçi’nde diğer bir yangın var!
Tarafeynde birer kırmızı sepet var iken beyaz bir bayrak çekilir ise Beyoğlu’nda yangın var iken diğer bir yangın başladı!
Tarafeynde ikişer kırmızı sepet var iken kırmızı bir bayrak çekilir ise İstanbul’da ikinci bir yangın var!
Bir tarafta bir, diğer tarafta iki sepet: Beyoğlu’nda ve İstanbul’da yangın var!
Tarafeynde birer kırmızı sepet: Beyoğlu, Üsküdar, Boğaziçi’nde yangın var!
Tarafeynde ikişer kırmızı sepet: İstanbul’da yangın var!”
Açıklamaları bulunuyordu. Kırım Savaşı sırasında İstanbul’da bulunan Lady Hornby, şehirde yangın haberini vermek için toplar atıldığından söz eder. Anlaşılan, top atışlarını duyan tulumbacılar dikkatlerini şehrin hemen her noktasından görülmekte olan Beyazıt Yangın Kulesi’ne çevirmekte ve yangının hangi semtte olduğunu bu işaretlere göre tespit etmektedirler.
Unutulan hafıza
Tarihimiz ve geçmiş yaşantımız hakkında çok az şey biliyoruz. Bazı kişiler, geçmişin belgelerini tasarruflarına almış, tıpkı “Kırk Haramiler” gibi bir mekâna yığmışlar. Diledikleri şekilde yorumlayıp çok az kişinin anlayacağı şekilde yayımlıyorlar. Nüfusumuzu oluşturan çok büyük bir kesim ise geçmişten habersiz, hemen her şeyden şikâyet ederek gününü geçiriyor.
Hâlbuki geçmişimize ait nice değerli bilgi, çok az kişinin erişebildiği depolarda; onları gün yüzüne çıkaracak ve ülkemize gelecek oluşturacak insaf sahibi araştırmacıları beklemekte.
Görünmez bir anıt
Günümüzde Beyazıt Yangın Kulesi, çevresine diktiğimiz ağaçlar nedeniyle yakın civarından neredeyse görünmez durumda. Uzaklardan baktığımızda “Burada bir kule varmış!” demekteyiz ama onu yakından görmek ve haşmetini hissetmekne yazık ki çok zor.
Nedense anıtsal yapıları ağaçlarla gizlemek gibi bir huyumuz oluştu; sanki bu yapılar utanılacak, gizlenmesi gereken şeylermiş gibi…
Sende Yorum yap