Van Gogh’un Kardeşi Theo’ya Çığlığı: Ne İstiyorsun Benden?
Vincent Van Gogh, yaşamındaki dramlarla dikkat çeken önemli bir ressam olup tabloları çoğu kez yaşamındaki dramlarla, delilik-dâhilik ikilemiyle anlaşılmaya çalışılmıştır. Papaz bir babanın oğlu olan Van Gogh üretken bir ressam olmasına rağmen yaşamı boyunca neredeyse hiç bir tablosunu satamamıştır. Dahası, kardeşi Theo, Paris’in başarılı bir sanat taciri olmasına rağmen bu durum değişmemiştir. Theo, kardeşinin masraflarını karşılamada cömert davranırken ürünlerinin ticarileşmesinde aynı cömertliği sun(a)mamıştır.
Costantino D’Orazio ‘Van Gogh Gizemi’ başlıklı kitapta Van Gogh’un aynı ismi taşıyan yeğeninin amcasının yaşamında uğradığı durakları ziyaret etmesi, bu duraklarda amcasının anılarını bulmaya çalışması ve yaşamı, mektupları ve tabloları arasındaki ilişkileri ve ticari başarısızlığının arkasında yatan nedenlere yönelik sorgulamalarını içeren günlüğünden yola çıkarak bu gizemin aralanmasına imkân tanımaktadır (KeTeBe Yayınları, 2022).
Resimle ilgili ciddi bir eğitimden geçmez Van Gogh. Eğitime yönelik girişimleri hep başarısızlıkla sonlanır. Ancak çizimden asla vazgeçmez, özellikle tutku ile bağlı olduğu doğanın resimlerinden. Yeğeninin ifadesiyle resim kariyerinin temellerini atacağı çukuru kazmaya sabırla devam eder (sh.45): ‘Şu halde, azimle çalıştığımı görüyorsun, ama şimdilik çok tatmin edici sonuçlar elde edemedim. Gene de, bu dikenlerin, vakti gelince çiçek vermelerini ve görünürde kısır mücadelenin, bir üretim çalışmasından başka bir şey olmamasını umuyorum. Önce acı, sonra neşe.’ Ancak, Van Gogh’un nasibinde sadece acı vardır.
Van Gogh için doğa kadar yaşamın kenarlarında unutulmuş bir şekilde yaşayan kesimlerin resimleri de önemlidir. Yaşam onları zorlamakta ve deforme etmektedir. ‘Geçirdikleri zorlu hayatın izleri yüzlerinden belli olan’ insanları aramaktadır (sh.61). Van Gogh onlardaki acının enerjisini, bu deformasyonu yakalamak ister (sh.51): ‘…Onlardaki deformasyonları yakalayıp resmetmek ister, çünkü bu deformasyonlar onların hangi koşullarda yaşadığını anlatır. Vincent’i ilgilendiren, acıdır…’ Dolayısıyla, Van Gogh sadece resim yapmak istemez, resme yansıyan duyguları yakalamaya çalışır (sh.55): ‘İnsanların özünü, şeylerin özünü ortaya koyan çizimler yapmak istiyorum.’ Bunu yapmayı denerken aynı görüntüyü defalarca çizerek acının zamanla değişimini yakalamaya, belki de zamanla değişmeyen öze de dokunmaya çalışır (sh.68): ‘Beşiği, ısrarla, yüz kez daha çizebilmeyi umuyorum.’
Bunu yaparken en büyük yardımcısı teknikten ziyade renklerdir. Renkler Van Gogh’un doğanın, doğa olaylarının ve insanlarının yaşamlarının özüne dokunmasına yardımcı olur (sh.57): ‘…Örneğin, kaç tane yeşilimsi gri olduğunu söylemek olanaksız; çünkü çeşitlilikler sonsuz…Ve bunu açık seçik kavramış olmak, yetmişten fazla boya tüpüne sahip olmaktan değerli; çünkü bu üç temel renk ve siyah ve beyazla, yetmişten fazla renk çeşidi ve ton elde edebilirsin…’
Talip olduğu acı, önce hayatında tecelli eder. Yaşamını acı kapladıkça bu kesimlerle hemhal olması çok daha kolaylaşır ve onların yaşamındaki acıyı ve hüznü yakalar. Yeğeninin ifadesiyle resimle kurduğu ilişki mistik bir hava kazanır (sh.70): ‘…Van Gogh, doğayla ve doğa olaylarıyla yakın temas halinde bir tür mest edici tatmin yaşar.’ Belki de doğru ifade vecd halidir. Öyle ki, ‘Arada bir, o tahta yığınından bir tür iç çekiş veya inilti çıkmalıdır.’ Dokumacıları resmettiğinde o iç çekişi ve iniltiyi resme taşımaya çalışmaktadır. Elbette önce onları hissetmelidir. Yeğeninin vurguladığı gibi, ‘Resmi yapmakla kalmamış; onu yaşamış.’(sh.87) Veya yine yeğeninin başka bir vesile ile ifade ettiği gibi, ‘…Van Gogh, gözlemlediğini müthiş bir dolaysızlıkla yeni bir biçime büründüren bir süngerdir’(sh.109).
Bu vecd hali her resim denemesi sonunda Van Gogh’u yorar ve acısını artırır. Acısı arttıkça ister doğa ister bir insan topluluğu olsun zahirde gördüklerinin batınına sirayeti artar. Zahire batını taşımaya çalışır Van Gogh. Özellikle doğayı ve hayatları zorluklara açık savunmasız insanları resmetmesi boşuna değildir. Çünkü her iki durumda da görünenin (zahir) altında yoğun enerji devinmekte ve güçlü gerilimler yaşamaktadır. Van Gogh bu devinime tutkuludur. Renklere, karışımlarına ve parlaklık düzeyine tutkusu da galiba bu devinimi yansıtabilme kaygısıyla ilişkilidir. Yeğeninin ifadesi ile, ‘Bir kez daha, tasvir edilen nesneler, gereksiz. Önemli olan, renkleri.’(sh.137). Gizli olan (batın) renklerle görünür (zahir) kılınır. Dolayısıyla, Van Gogh’un geceyi renkler açısından alışılmışın tersine gündüzden daha zengin görmesinde bir tuhaflık yoktur (sh.139): ‘Sık sık, izlenimim o ki, gece renkler açısından, gündüze kıyasla daha zengin.’
Paul Gaugin ile Arles’de kısa süreli bir araya gelişlerinde bu farklılık daha belirgin hale gelir. Gaugin Theo’ya yazdığı mektupta bu farklılığın ipuçlarını verir (sh.143): ‘Arles’da kendimi yabancı gibi hissediyorum, her şeyi küçük ve zavallı buluyorum, yeri ve insanları…Renklere gelince, (Monticelli gibi) yoğun boyanın rastgeleliğini arıyor. Ben ise, kendi adıma, teknik karışıklıklardan nefret ediyorum.’ Gaugin zahirin adamıdır. Sıkılır kasabalardan. Van Gogh ize zahire sıkışmaz, zahire tutunarak ulaştığı batına hayranlığını duygularında ortaya çıkan taşkınlıkla vecd halinde yaşar. Yeğeninin ifadesi ile, ‘…Belki de Vincent’i deyim yerindeyse, daha çok sembolist bir sanatçı olarak görebiliriz: Sembolistler, baktıklarını resmederken, onun öte anlamını düşünen vizyonerlerdir. Onların görüntüleri, başka dünyalara açılan kapılardır…’ Bu nedenle Gaugin’de teknik önemliyken Van Gogh’da renk önemlidir (sh.153): ‘…Kompozisyonda hatalara izin verir, çünkü resminin gücü formda değil, her an daha keyfi ve kuvvetli hale gelen renktedir…Bu renk çınlamaları karşısında herkes bir hezeyan hali içine girerdi. Van Gogh, şimdiden böyle bir halin kurbanıdır…’
Vecd halini yakalamak ise tam bir adanmışlık talep eder (sh.77): ‘Aile sofralarında bile kendi tarzınca yemek yer: Kucağında tabakla, az önce çizdiği, önündeki sandalyeye yasladığı tuvale dalmış bir halde köşeye oturur. Gözlerini kısarak, bir eliyle ölçüleri alır, diğer eliyle yemeği ağzına götürür. Çocukluğundan beri yaptığı gibi, kuru yediği ekmeği büyük dilimler halinde keser. Tek başına kendine çay veya kahve koymayı tercih eder. Düşüncelerine dalmış, ne yediğini bile fark etmez. Yalnızca bir renk ile diğeri arasında nasıl kontrast kuracağını, renkler ile figürler arasında nasıl bir denge bulabileceğini düşünür.’ Veya bir mektubunda yazdığı gibi (sh.91): ‘Para aldığımda, günlerdir hiçbir şey yememiş olsam da, ilk açlığım yemeğe değil: Resim yapma isteğim çok daha güçlü ve elimde tek kuruş kalmayıncaya kadar hemen model avına başlıyorum.’
Van Gogh’un resimle kurduğu bu mistik ilişki nihayet farklı bir seviyeye evrilir. Kendi ifadesiyle yakalamaya çalıştığı öz ile ilişki kurduğunda resim kendisini serbest bırakır (sh.125): ‘Abartıyorum, bazen konuda değişiklikler yapıyorum, ama sonuçta resmin tamamını asla icat etmiyorum. Aksine, onu doğada daha önce yapılmış buluyorum; ama serbest bırakılması gerekiyor.’
Aynı seviyeyi, resim yerine heykelle kurduğu ilişkide Michelangelo’da da görmekteyiz. Michelangelo da hikâyenin kendi kafasında değil mermerin içinde saklı olduğuna, mermerle yani malzemeyle güçlü bir bağ oluştuğunda veya vecd sağlandığında mermerdeki hikâyenin kendisine açıldığına ve dolayısıyla kendisinin sadece malzemede gömülü olan o anlamı çıkartmak için ısrarla çalışması gerektiğine inanır: ‘…Tam o aylarda işimle ilgili içimde yeni bir inanç yeşerdi. Heykeli, birkaç sene öncesine kadar her zaman fiziksel bir aktivite olarak algılamıştım, bedenim ve mermer blok arasındaki bir savaş olarak. Vuruşlarıma uysalca boyun eğen taşa içgüdüsel olarak saldırıyordum. Laocoön’u gördükten sonra heykeltıraşın vazifesinin başka olduğunu fark ettim. Heykel zaten taşın içindeydi, bir kadının karnındaki bir fetüs gibi: Ben onu yakalamalı ve keskiyle çekip dışarı çıkarmalıydım. Bunu ancak zihinden gelen işaretleri izleyerek yapabilirdim. Benim müdahalemi bekleyen mermer bloklarda hangi figürleri görmüştüm? Bana anlatacak ne hikâyeleri vardı? Sadece bunların dışarı çıkmasını sağlamalıydım…’(Costantino D’Orazio, Michelangelo: Bir Dâhinin Otobiyografisi, KeTeBe Yayınları, 2025, sh.112)
Kardeşi Theo gibi bir sanat simsarının Van Gogh’u anlaması mümkün değildir. Bu nedenle kardeşi Theo’ya yazdığı son mektubundaki bir cümlesi bir çığlık gibi asılı kalır (sh.199): ‘Ne istiyorsun benden?’
Sende Yorum yap