Yalnızlık çağı: Bir pandemiden daha derin bir kriz
Dünya Sağlık Örgütü’nün son verileri, sessiz bir pandeminin kapımızda olduğunu gösteriyor: Yalnızlık.

DSÖ’ye göre dünya genelinde insanların neredeyse dörtte biri yani yüzde 24’ü kendini yalnız hissediyor.
Üstelik bu yalnızlık özellikle Afrika’da en çok 13-17 yaş arası gençleri etkiliyor. En yüksek oranlar Doğu Akdeniz’de yüzde 21 ve Güneydoğu Asya’da yüzde 18 görülürken, en düşük oran Avrupa’da yüzde 10…
Fakat rakamlar yalnızca buzdağının görünen kısmı. Asıl mesele, bu yalnızlığın nasıl bir toplumsal ve varoluşsal dönüşümün işareti olduğu.
★★★
Sosyolog Emile Durkheim, modern toplumlarda bireyin toplumsal bağlarının zayıflamasını “anomi” olarak tanımlar.
Eskiden aile, komşuluk, mahalle gibi topluluklar, bireye bir anlam ve aidiyet duygusu sunardı.
Bugün bu bağlar çözülüyor; yerini dijital “arkadaşlıklar” alıyor. Ama dijital bağ, ekrandan bakınca sıcak görünse de insanın elini tutmuyor, gözünün içine bakmıyor, nefesini hissettirmiyor.
Özellikle Doğu Akdeniz ve Güneydoğu Asya gibi geleneksel toplumsal ağların güçlü olduğu bölgelerde yalnızlık oranlarının yükselmesi, sadece bireysel bir psikoloji sorunu değil, kültürel bir kırılmanın işareti.
Geleneksel toplumun “biz” duygusu yerini hızla “ben” merkezli bir yaşama bırakıyor.
★★★
Yalnızlığın en çok ergenleri vurması tesadüf değil. Ergenlik, kimlik arayışının, kabul edilme ihtiyacının ve aidiyet duygusunun en yoğun yaşandığı dönem. Ancak günümüz gençliği, dijital dünyada sayısız “arkadaş” edinmesine rağmen, derin bir duygusal yalıtılmışlık içinde.
Zygmunt Bauman’ın dediği gibi modern dünyada ilişkiler geçici ve kırılgan; bağ kurma becerimiz, bağları koparma hızımızdan daha yavaş.
Bir yandan “görünür” olma baskısı altında eziliyorlar; diğer yandan bu görünürlüğün arkasında içsel bir görünmezlik yaşıyorlar.
Paylaşılan fotoğraflar, yazılan status’lar, aslında sessiz bir yardım çığlığına dönüşüyor: “Buradayım, beni gör!”
★★★
Felsefi açıdan bakıldığında, insan en derininde daima yalnızdır. Ancak bu varoluşsal yalnızlık, anlamlı ilişkilerle hafifleyebilir. Sorun şu ki, modern çağda anlam üretme kanalları tıkanmış durumda. Dinin yerini tüketim, ideolojinin yerini bireysel başarı miti, cemaatin yerini ise algoritmalar aldı.
Artık yalnızlığımızı düşünmek yerine, onu ekranlarla uyuşturuyoruz. Ama uyku ilacı, hastalığı tedavi etmiyor.
Yalnızlık, kalp hastalığından depresyona, intihardan şiddete kadar birçok toplumsal ve bireysel sorunun tetikleyicisi.
DSÖ’nün bu verileri açıklaması tesadüf değil; çünkü yalnızlık artık halk sağlığını tehdit eden küresel bir sorun. Pandemiler gelir geçer; ama yalnızlığın yarattığı tahribat nesiller boyu sürebilir.
Çıkış ne tamamen geçmişe dönmekte ne de teknolojiyi reddetmekte.
Çıkış, teknolojiyi insan ilişkilerini güçlendirecek şekilde yeniden tasarlamakta.
Yalnızlık, ancak güven, empati ve samimiyetin yeniden toplumsal değerler haline gelmesiyle azalabilir. Ve belki de ilk adım, yalnızlığımızı kabullenip onu konuşmak; “yalnızım” demenin ayıp değil, insanca olduğunu hatırlamaktır.
Dünyanın dörtte biri yalnız hissediyorsa, bu artık bireysel bir mesele değil, toplumsal bir çöküşün habercisidir. Bu sessiz pandeminin ilacı ne bir hapta ne de bir uygulamada.
İlacı, bazen bir dostun sessizce yanımızda oturmasında saklı.
Sende Yorum yap